İlk yazıda, “toplumsal ve siyasal mücadelelerin iç içe geçtiği bu dönemde esaslı işimiz toplumsal ve siyasal mücadelelerin somut gelişim süreçlerinin eşitsiz ve çelişkili doğasını dikkate alarak, bunlara içeriden ve gerçek bir şekilde etki edebilmeye yönelik somut mekanizmaları geliştirebilmek, bu alanlara güç yığmaktır” demiştik. Hemen ardından da mekanik (Kautskyci ) bir dışarıdanlık anlayışının yerine, “konjonktürün bilgisini haiz olarak, toplumsal ve siyasal mücadelelerin somut karmaşıklığına somut bir şekilde müdahale etmeyi hedefleyen” organik (Leninci) bir “dışarıdanlık” anlayışının devreye girmesinin önemine vurgu yapmıştık.
Dışarıdanlık somut olarak nasıl inşa edilmelidir? Bu sorunun cevabı hiçbir zaman genelleme içeremez. Zaman ve mekân bağlamında ele alınmalıdır. Lenin’in “Ne Yapmalı?”da verdiği cevap 1905 öncesi Çarlık Rusya’sının katı koşullarına özgüdür örneğin, o koşullardan bağımsız olarak ele alınıp genelleştirilemez. O zaman soru şu olur: Bu dönemin koşulları içerisinde dışarıdanlığı nasıl düşünmeliyiz? Böyle bir “hesabı” yaparken göz önünde bulundurulması gereken temel parametreler şunlar olacaktır:
- Otoriterleşen, fakat bu yönde dönüşürken emperyalist aktörlerin, bölgesindeki devletlerin ve sermayenin önemli bir kesimi ile ciddi sorunlar yaşayan bir siyasal rejim;
- Bu siyasal rejim ile ilgili olarak halk nezdinde yaşanan siyasal kutuplaşma ve bu kutuplaşmanın muhalefet kısmında bulunan kesimler arasında zaman zaman yükselen siyasal anlaşmazlık ve çatışmalar;
- Gezi isyanı ile birden bire ortaya çıkan, daha sonra sönümlense de mikro ölçekteki tavır alış ve tutumlarda belirmeye devam eden bir direniş çizgisi.
Bizler, Gezi’den itibaren, “sokak” dediğimizde aslen bu üçüncüsüne gönderme yapıyoruz. Bu elbette önemli. Ana akım siyaset mekanizmaları karşısında veya onların yanı sıra kitlelerin devlet karşısındaki direnişini esas almak devrimci geleneğin kurucu unsurlarından birisi. Bu minvalde “meclisler” önermek, böylesi yapılar üzerinden ortaya çıkan direniş çizgisini muhafaza etmeye ve ilerletmeye girişmek, organik bir dışarıdanlığı örmek açısından olmazsa olmaz.
Sorun Türkiye’de sosyalist solun, özellikle Gezi’den itibaren, “sokak” ve “Haziran” vurgusunu siyasetin yerine yerleştirmiş olması. Oysa Gezi isyanı ortaya bir siyaset koymadı. Siyasetin üzerinde etkin olabileceği yeni bir toplumsal durumu ortaya çıkardı. Siyasal niteliği olan aktörler bu toplumsal durum üzerinden ve üzerinde siyaset yapıyorlar: AKP, bu yeni toplumsal durumla karşı karşıya kaldığı andan itibaren kendi mahallesini konsolide etme siyaseti güdüyor; CHP, Gezi içerisinde var olan “hukuk devleti” arayışını burjuvazinin rahatsız kesimlerinin aynı doğrultudaki beklentileri ile teğelleme siyasetini izliyor. Öte yandan Kürt Özgürlük Hareketi Gezi’de ortaya çıkan yeni durum üzerinden Batı’daki meşruiyet zeminini genişletmiş durumda. Bunun ne kadarının HDP’ye somut oy olarak gittiğinden bağımsız olarak ve Saray’ın 7 Haziran seçiminden sonra başlattığı karşı atağın bu durumu zayıflatmış olmasına rağmen bu böyle. Kısacası siyasal aktörler Gezi isyanı sonrasında ortaya çıkan yeni toplumsal durumla siyasal bir ilişki kurdular.
Sosyalist hareket açısından ise Gezi isyanı siyasal olarak yeniden derlenme imkânı yaratmadı. Bunun yerine giderek sokakta polis ile cebelleşmeye dönüşen, siyasal olarak içi boş bir “sokak” vurgusu hâkim olmaya başladı. Akabinde bu vurgu AKP karşıtı siyasetin merkezine taşındı ve sosyalistler kendilerinin AKP karşıtı sokak muhalefetinin öznesi olarak ilan ettiler. Fakat bu yapıldığında sokaktaki dinamizm çoktan geri çekilmiş, Gezi’nin ortaya çıkardığı toplumsal durum yukarıda saydığımız siyasal projeksiyonların farklı veçheleri ile ilişkilenmeye başlamıştı. Bu nedenledir ki gerek bazı mahallelerde kurulan forumlar, meclisler gerek siyasal yapıların bazılarının yan yana gelerek kurdukları meclisler kendi kendimizle kalmamızın ötesine geçemedi.
Oysa siyasetin dışsallığı tam da bu noktada gerekli idi. Toplumsal kabarışların ilerleme ve gerileme fazlarında toplumsal aktörlerin nabzını tutabilecek kadar “içeriden” olan, fakat farklı siyasal öznelerin bu durumlara nasıl müdahale ettiğini hesaba katıp, bu çok aktörlü siyasal-toplumsal hale belirli bir siyasal ve ideolojik perspektifle “dışarıdan” müdahale edebilen, dost-düşman ayrımını AKP karşıtı olmanın ötesinde yapabilecek inisiyatife sahip bir siyasal özne olabilmek. Bu çoklu bir kapasite sorunudur. En başta da müdahale etmeyi hedeflediğiniz toplumsal duruma, kendilerinin ötesinde hem ideolojik hem de siyasal olarak daha geniş bir perspektif sunabilme kapasitesini gerektirir. Ve “AKP karşıtı” olmak maalesef yeterli değildir. Zira memleketin içerisinde bulunduğu konjonktürde AKP dışındaki tüm siyasal aktörler –farklı derecelerde de olsa- AKP karşıtıdırlar. Kürt Özgürlük Hareketi AKP karşıtı olduğu için değil, AKP karşıtı olduğu kadar, hatta onun da ötesinde, belirli bir siyasal-toplumsal talepler dizgesinin somut aktörü olabildiği için siyaseten etkin olabilmiştir.
Sosyalist sol bugün için Türkiye’de siyasal bir özne değildir. Bunu derken “büyük değiliz” demek istemiyoruz (ki bu da önemli elbet). Kendimizi toplum karşısında AKP karşıtlığının giderek zayıflayan sokaktaki versiyonu olmaya indirgemiş durumdayız. AKP karşıtı geniş cephe içerisinde özgün bir referans noktası değiliz. Zira sosyalist siyaseti özgün bir referans noktası haline getirecek siyasal ve örgütsel mekanizmalara sahip değiliz. Bu durum bir zamana kadar politik tercihlerimizin eseri gelişti. Bir zamandan sonra ise yapabildiğimiz sadece bu kaldığı için bu rolü oynamayı kabullendik.
Velhasıl kelam, “sokak”, direniş, meclis elbette gereklidir. Hatta sokağı boşaltmaya ve kendi hâkimiyeti altına almaya çalışan, bu yönde bombaların patlamasından dahi faydalanabilen bir iktidarın varlığında sokağı terk etmemek elzemdir. Ama tek başına siyasetin yerine geçemez. Bize aslen lazım olan ideolojik ve siyasal alanda büyümemizi ve etkin olmamızı sağlayacak bir araya gelişlerdir. Bu olmaksızın, bunu hedeflemeksizin ortaya konan her türden birlik, meclis, sokak projesi zaman kaybetmekten, oyalanmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.