Zor günlerden geçiyoruz. Memleketin içinden geçtiği genel zorluğa sosyalistlerin içinde bulundukları özel zorluk(lar) eklendiğinde gündem daha da ağırlaşıyor. Sosyalistler olarak mevcut durumumuzun sürdürülemez olduğunu biliyoruz ama bu durumdan çıkmaya yönelik somut adımları tasavvur etmekte zorlanıyoruz. Üç parça halinde yayınlanacak bu –aslında- tek yazı, “çıkışa” dair genel bir hat çizmenin ötesinde bir iddia taşımıyor. İhtiyacımız olan elbette bu genel hattın ötesine geçecek pratik yol haritaları ve somut inisiyatifler. Bu doğrultudaki daha “somut” tartışmalara vesile olabilirse bu yazı amacına ulaşmış olacak.
* * *
Küresel ölçekteki sistemik kriz içerisinde bir çatallanma olduğundan bahsedebiliriz: Küresel kapitalizmin krizinden doğrudan etkilenen ülkelerde ekonomik krizin siyasal krize dönüştüğü konjonktür (Yunanistan, İspanya) ve emperyalist zincirdeki çatlama ve kararsızlıklara bağlı olarak siyasal krizin devlet krizine dönüştüğü konjonktür (Ukrayna, Türkiye, Mısır). Bu iki konjonktür arasında geçişkenliğin olmadığı elbette söylenemez. Özellikle Türkiye bu geçişkenlik açısından önümüzdeki süreçte oldukça ilginç bir örnek haline gelebilir.
Bu dönemin temel karakteri toplumsal ve siyasal olanın iç içe geçmesi. Her toplumsal talep/hareket/olay çok hızlı bir şekilde siyasal talep/hareket/olaya dönüşüyor. Üstelik bu sadece Türkiye’nin içinde bulunduğu kuşak için geçerli bir durum değil. Krizin derinleştiği Yunanistan ve İspanya’da da ekonomik-toplumsal talepler hızla siyasal talep ve yönelimlere dönüştüler: Podemos’u ilginç bir örnek haline getiren, İspanya’daki krizi temelde ekonomik değil; öncelikle sistem partilerinin, akabinde de tüm “demokratik rejimin” politik bir krizi olarak ele almasıydı. Buralarda ekonomik krizden etkilenenlerin somut tepkileri, kendilerini temsil etme iddiasındaki siyasal partilerden kopmaları ve kendi seçeneklerini yaratmaları oldu (Podemos ve Syriza bünyesinde ortaya çıkan bu seçeneklerin daha sonraki olumsuz gidişatları tartışılması gereken ayrı bir konu). Öte yandan Türkiye’nin de içinde bulunduğu kuşakta isyan edenlerin siyasal enerji ve tahayyülleri hızla sistemin aktörleri ve onların devlet içi mücadeleleri tarafından soğuruldu, özgün siyasal alternatifler ortaya çıkmadı.
Şu anda her iki konjonktürde de büyük oranda ricat (geri çekilme) yaşanıyor. Restorasyon ve düzen güçleri hüküm sürüyor. Fakat bu durum ne çalkantılı süreçlerin bittiği ne de kitlelerin siyasal dönüşümlerinin kapandığı anlamına geliyor. Küresel kapitalizmin ve emperyalist sistemin kriz ve kararsızlıkları devam ettiği müddetçe, altımızdaki tektonik levhalar oynamaya devam edecek. Kitlelerin siyasal eyleme biçimlerindeki dönüşüm de mikro ve derinden olsa da sürecek. Bundan bir süre önce kim derdi ki metal işçileri kendi inisiyatif ve öz-örgütlenmeleri ile fabrikaları işgal edecek ve hem sermayeye hem de onun işlerini gören sendika görünümlü Türk-Metal çetesine kafa tutacak?
Kısacası, kitleler açısından meşru olan ile meşru olmayan arasındaki mevcut bloklaşmalar hareketlenmiş durumda. Bu, topyekûn ve kati dönüşümler biçiminde gerçekleşmiyor. Siyasal ve toplumsal muhalefet aktörleri bu hareket halindeki alana ve öznelere müdahale edebildikleri oranda başarılı ve etkin olabiliyorlar. Muktedirler de aynını yapıyor. Bazen bunu yapabilmek, ırkçılar ve faşistler gibi daha dinamik ve “düzen-dışı” güçlerin de devreye girmesine neden oluyor hatta. 1990’lardaki liberal ekonomi ve demokrasi mutabakatının yerinde yeller esiyor. Kabuk çatlayıp dağıldıkça her kanattan meydan okumalar siyasal alanda etkin bir güç haline geliyor.
Sosyalistler böyle bir dönemde nasıl siyaset yapmalı?
Bahsettiğimiz metal işçilerin büyük bir kısmı bugün için milliyetçi-muhafazakâr siyaseti veya “Saray”ı destekliyor olabilir mi? Olabilir. Kitlelerin siyasal ve toplumsal bilinçleri eşitsiz ve çelişkili bir biçimde biçimlenir zira. Mesele hareket halindeki bu eşitsiz ve çelişkili bilinç ve eylem biçimlerine müdahale edebilmektir. Bu müdahaleleri sürekli ve etkili kılacak araç ve mekanizmaları oluşturmaktır. Kitlelerin gerçekliğini katı bir blok halinde, örneğin “Anadolu gericiliği” gibi kavram(sı)lar çerçevesinde anlamaya çalışırsak, gerçekliğin sadece bir kısmına odaklanmış oluruz. Bu da aslında eşitsiz ve çelişkili bir şekilde dönüşen gerçekliğin içindeki devrimci imkân ve fırsatları görmemizi engeller. O gerçekliğin içinden çıkan metal fırtınayı göremeyiz örneğin. CHP’li kitleye “orta sınıf laikler” dediğimizde de aynı işi yapmış, o kitle içerisinde, onları şekillendiren çok farklı dinamiklere gözümüzü kapamış oluruz. Bunların bir kısmı bir yandan proleterleşmekte bir yandan da –özellikle Gezi’den sonra- farklı siyasal şekillenme olasılıklarına daha açık hale gelmektedirler. Bilinçleri ve politik tutum alışları hareket halindedir. Bu hareketlilik 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye oy değilse de genişleyen bir meşruiyet alanı sağladığı için, bugün Saray ve çevresi aynı kesimin bilinç ve eylemlerini savaş yoluyla yeniden akort etmeye girişmiş durumda.
İdeolojik ve siyasal olarak netleşmiş güvenli pozisyonların kitlelere yukarıdan vahiy şeklinde propagandasına soyunmak bu dönem için en büyük apolitizmdir. Toplumsal ve siyasal mücadelelerin iç içe geçtiği bu dönemde esaslı işimiz toplumsal ve siyasal mücadelelerin somut gelişim süreçlerinin eşitsiz ve çelişkili doğasını dikkate alarak, bunlara içeriden ve gerçek bir şekilde etki edebilmeye yönelik somut mekanizmaları geliştirebilmek, bu alanlara güç yığmaktır.
“Dışarıdan bilinç” tezi aslen Lenin’e değil, Kautsky’e aittir. Kautsky bu tezi, burjuva entelektüelleri tarafından geliştirilen bilimsel sosyalizm ile işçi hareketinin tarihsel süreç içerisinde buluşması, bir “dışarıdan bilinç” olarak sosyalizmin işçi sınıfı tarafından genişleyen ölçülerde idrak edilmesi anlamında kullanıyordu. Lenin ise bu kavramdan, mücadelenin en geniş dinamiklerini “dışarıdan” kavrayan ve daha sonra bunlara “içeriden” müdahale eden bir devrimci parti anlayışı çıkardı. Kaustskyci değil ama Leninci anlamda “dışarıdan”lık, konjonktürün bilgisini haiz olarak toplumsal ve siyasal mücadelelerin somut karmaşıklığına somut bir şekilde müdahale etmeyi hedefleyen bir aktör olarak örgütlenmektir.