Bir önceki yazıda kısaca şunu dedik: Sosyalist hareket kendisini siyasetsiz bir “sokak” vurgusuna, sonrası olmayan bir AKP karşıtlığına kilitlemiş durumdadır. Yapılması gereken siyasal bir özne olmak yolunda atılması gereken adımları atmaktır. Alınan son seçim sonuçları olsa olsa bu görevi daha da acil hale getirmiştir. Bunu iki verili durumdan hareketle söylüyoruz:
1- Sosyalist hareketin Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifakı doğru, fakat onunla birlikte aynı çatı altında örgütlenmesi yanlıştır. Buradaki kastımız HDK türünden yapılar değil, doğrudan doğruya HDP’dir. Bizce HDP, Kürt Özgürlük Hareketi açısından son derece doğru bir hamledir ve sosyalist hareketin gerek seçimlerde gerek siyasal ve toplumsal çalışmalarda HDP ile ittifak kurması ve geliştirmesi son derece önemlidir. Bunun neden böyle olduğuna dair Başlangıç’ta yeterince söz yazıldı, söylendi. HDP, bugün için geniş solun merkezi konumundadır ve daha da genişleme potansiyeline sahiptir. (Bununla ilgili olarak, iki seçim arasında HDP oylarının bir miktar düşmüş olmasından büyük sonuçlar çıkarmak bizce yersizdir.) Mesele sosyalist solun merkezini kurmakla ilgilidir. Kürt Özgürlük Hareketi içerisinde bunu gerçekleştirmek çeşitli nedenlerden dolayı mümkün gözükmemektedir. Böyle olduğunda aslına bakılırsa sosyalistlerin de harekete pek bir hayrı dokunmamaktadır. Siyasal ve toplumsal bir inşa süreci içerisinde batıda ortaya çıkacak bir sosyalist merkezin Kürt Özgürlük Hareketi ile kuracağı ittifakın her açıdan ve herkes için daha faydalı olacağına inanıyoruz.
2- Siyasal bir içerik olmaksızın, “sokak ve direniş” vurgusunun hâkim olduğu bir araya geliş çağrıları nafile oyalanma, bekleme, bekletme stratejileridir. Bu türden geniş cephe çağrı ve arayışları elbette düşünülebilir ve hayata geçirilebilir. Sokağı tutmaya ve direnişi gerçekleştirmeye yönelik çabalar içinde geçmekte olduğumuz süreç içerisinde bizler açısından ekmek ve su gibi hayati olacaktır. Hatta eleştirilmesi gereken buna yönelik olarak sosyalist solda şimdiye kadar ortaya konan girişimlerin var olmaları değil, eksik kalmaları ve yanlış kurgulanmalarıdır. Eksik kalınmıştır, zira sosyalist solun bir kesimi bu türden geniş sokak ve direniş cephelerini Kürt Özgürlük Hareketi ile arasına bir çizgi koymanın vesilesi haline getirmiştir. Yanlış yapılmıştır, zira siyasal bir merkez inşasını gerçekleştiremeyen ve siyasal muhtevasını giderek kaybeden sosyalist sol bu türden sokak ve direniş cephelerini siyasetin yerine koyma anlayışında olmuştur.
Şunu açıklıkla ortaya koymak gerekir: Asgari bir siyasal mücadele programı çerçevesinde siyasal bir mücadele örgütleme kapasitesi olmayan, metal sektöründe yaşanan işgal ve grevler gibi toplumsal kabarışlarda rol oynayamayan, oynadığı kadarını da eline yüzüne bulaştıran bir sosyalist solu kimse ciddiye almaz. Bu nedenle netleşmek ve sadeleşmek gerekiyor. Sosyalist sol, siyasal ve toplumsal alanlarda kadro gücünü artırmaya ve zenginleştirmeyi, giderek genişleyecek bir çevre içerisinde siyasal ve toplumsal bir referans noktası haline gelmeyi hedefleyen bir merkez inşası sürecine girmelidir. Bunun yanı sıra içinden geçmekte olduğumuz sürecin ağırlığını kaldırabilmek adına mümkün olan en geniş sokak ve direniş platformlarının örgütlenmesinde aktif rol oynamalıdır.
Geniş cepheler adına yaptığımız her çağrının bizlerin siyasal muhtevasını basit bir anti-AKP’cilik çerçevesinde belirlemesinin önüne geçmenin ve olası geniş cepheler içerisinde siyasal ve toplumsal bir anlam ifade edebilmenin yolu budur.
* * *
Sosyalist hareketi hem siyasal hem de toplumsal alanda yeniden kurmak gibi bir sorumluluğumuz var. İkincisinin hakkını vermenin ne anlama geldiğini herkes çok iyi biliyor aslında. İşe, emek alanında olduğu gibi “siyasetler arası diplomasi”ye dayanan köhnemiş var olma alışkanlıklarımızı aşmaktan, her siyasetin kendi bahçesinde bakımını yaptığı butik toplumsal çalışmalar yapmak gibi geleneklerden kurtulmaktan başlamamız gerektiği çok açık. Türkiye sosyalist hareketi toplumsal alanda bu türden alışkanlık ve geleneklerle var olmayı seçerek –tabiri caizse- kendi ayağına sıkmıştır ve sıkmaya devam etmektedir. Hatta iş köhnemenin ötesinde, bazı durumlarda “yozlaşmaya” varmış durumdadır. Herkes de bunun farkındadır. Bu konuda çok söz üretildi, çok şey yazıldı, çizildi. Ama mesele laf ve söz işi değil. Parçalı ve sekter kaldığımız sürece toplumsal alandaki bu var oluş biçimi de devam edecek. Ve hiç kimse heveslenmesin! Bu parçalı ve sekter var oluş içimizden bir ekibin “işinin büyümesi” üzerinden aşılmayacak.
Siyasal alana gelecek olursak, burada işler biraz daha çetrefil hale geliyor. Tarihsel hale gelmiş bulunan ÖDP deneyiminden ders çıkarmakta fayda var. 1990’lardaki ÖDP deneyiminin başarısızlığı elbette tek nedene indirgenemez. Fakat temeldeki hata şu idi: ÖDP, sosyalist hareketin 1980 sonrasında yaşadığı deneyim üzerinden tasavvur edilmişti. Bu deneyim büyük oranda devletin zor aygıtı tarafından ezilmişlik ve siyasal parçalanmışlık üzerinden şekilleniyordu. Bunlara dayanarak ÖDP, örgütsel olarak sosyalistlerin birliği ve siyasal olarak da radikal demokrasi zeminine oturtuldu. 1990’ların siyasal iklimi hatırlandığında “radikal demokrasi” eksenli bir siyaset, ÖDP’yi belirli bir siyasal referans noktası haline getirdi. Fakat ÖDP’nin kurulduğu 90’ların ikinci yarısı siyasal ve toplumsal olarak çok hızlı bir dönüşüm dönemiydi de. Kürt sorunu, faşist hareketin ilerleyişi, siyasal İslam ve ordu arasındaki gerilim gibi konularda ÖDP, şüphesiz yetersiz olsa da genel bir demokrasi anlayışı çerçevesinde ya siyaset üretebiliyordu ya da bu potansiyele sahipti. Onu siyasal alanda –bir süreliğine de olsa- referans noktası haline getiren de bu oldu. Fakat temel sorun ne ÖDP’nin ne de Türkiye solunun geri kalanının 2000’lerin başı itibariyle gelmekte olan “restorasyon” ile ilgili bir perspektifinin olmayışı idi. Ekonomik kriz sonrasında Türkiye’de neoliberal kapitalizmin toplumsal alanda giderek daha da derinleşmesi, 1990’lar boyunca siyasal İslam’ın geniş emekçi kitleler arasında kazandığı gücün AKP üzerinden bu derinleşmenin toplumsal zemini haline getirilmesi çoğu siyasal aktör gibi sosyalistleri de allak bullak etti. 1990’lar boyunca, başta kamu emekçileri arasında boy veren örgütlenmesini ileriye taşıyamayan; 2000’lerde giderek yaygınlaşan taşeronlaştırma dalgasına 90’lardan başlayarak sendikal cevap üretemeyen; beyaz yakalıların içine girdikleri proleterleşme süreçlerini fark edemeyip, onları genel bir demokrasi söyleminin toplumsal zemini addeden (çok geçmeden de bu kitleyi Cumhuriyet mitinglerine “kaptıran”) bizler 2000’leri kaybettik. Kaybettiğimiz andan itibaren yaptığımız ve yapabildiğimiz yaşadığımız siyasal ve toplumsal şoku basit bir AKP karşıtlığına tahvil etmek oldu.
Bugün, Türkiye uzun bir geçiş dönemi yaşıyor. Böyle bir konjonktürde iki seçim yapılabilir: Ya “şu dönem bir geçsin, taşlar yerli yerine otursun, ne yapacağımıza ondan sonra bakarız” dersiniz ve zevahiri kurtarmak için de “sokak, direniş, mücadele” çağrıları yaparsınız; ya da mevcut konjonktürde belirenler üzerinden siyasal bir özne, referans noktası olmamızı sağlayacak siyasal pozisyonlar üretir ve bunları giderek sağlamlaştırırsınız. Birincisini “seçenek” olarak sunmamız tamamen retoriktir. Zira bizce bu seçenek bile değildir. İkincisi, 2000’lerin ilk 10 senesinin bizde bıraktığı bazı tortulardan arınmayı; takriben son 5-6 senedir süren geçiş süreci içerisindeki durumumuzu daha siyasal bir düzeye sıçratmayı ve bugünden baktığımızda bazı temel özelliklerini görebileceğimiz önümüzdeki süreç içerisinde sosyalist siyasetin etkin olması gereken alanlarda biriktirme kararlılığını göstermeyi gerektirir. Bunu yapmadığımız takdirde, 2000’lerin başında girdiğimiz dönemi kaybettiğimiz gibi, muhtemeldir ki çok uzun olmayan bir süre içerisinde gireceğimiz yeni dönemi de kaybederiz.
Bu nedenle çağrımız giderek devletle bütünleşen, devletin en vurucu aygıtlarını kontrolü altına alan Saray ve AKP karşısında siyasal ve toplumsal bir mücadeleye girişilmesidir. Şunu unutmayalım: AKP karşısına aldığı cenahı sadece zor gücüyle ezmiyor. Bunu yaptığı gibi siyasal, toplumsal ve ideolojik alanlarda bütünlüklü ve şimdiye kadar galip gelmeyi bilen bir mücadele sürdürüyor. AKP, siyasetini ve ideolojisini ele geçirdiği MHP’yi; kısır bir çağdaşlık söylemi içine zorladığı CHP’yi; asker-bürokrasi eleştirisi üzerinden solun bir kısmını yenmeyi, pasifize etmeyi ve dağıtmayı böyle başardı. Politik, ideolojik ve toplumsal alanlarda bu denli manevra kapasitesi olan ve üstüne üstelik devletin zor aygıtlarını kontrolü altına alan bir siyasal gücün dağıtılması ve alt edilmesi çoklu bir kapasiteyi gerektirir. Bu yazılar boyunca “anti-AKP’cilik”i eleştirmemizin nedeni bu kapasiteyi yaratmaksızın, kör gözüm parmağına bir mücadele çizgisini önermesidir. Bugün görevimiz matematiksel olarak yanyana gelmek değil, bu çoklu kapasiteyi geliştirmeye yönelik olarak kendimizi anlamlı bir kolektif birikim ve dönüşüm süreci içerisine sokmaktır.
Bu türden bir kolektif birikim ve dönüşüm sürecinin varması gereken nokta hiç şüphesiz ki birleşik bir devrimci parti olmalıdır. Fakat sosyalist solun bugün içinde bulunduğu durum itibariyle böyle bir hedefi bugünden gerçekleştirmeye çağrı yapmak, sorunlarımızın çözümü için şapkadan tavşan çıkarmak anlamına gelecektir. Zira bir önceki paragrafta vurgulamaya çalıştığımız gibi, şu an için önemli olan bu hedefe varmak için yürüyeceğimiz yol ve bu yolda gerçekleştireceğimiz –hepimizin ortak- dönüşümü ve birikimidir.
Peki, böyle bir süreci işletmeye nasıl başlayabiliriz? Beraber eyleme ve tartışma pratiklerimizi artırarak. Beraber eyleyebilenlerin, bir derece daha üste çıkıp, eyledikleri siyaseti tartışarak, kadro ve sempatizanlarına tartıştırarak, örneğin “Kürt sorunu, Kürt Özgürlük Hareketi ve Sosyalistler” başlığı altında programatik bir doğrultuya ulaşmayı hedeflemelerinin önünde hiçbir engel olmamalı. Sosyalist sol zaman zaman çeşitli konularda ortak platformlar kurup, ortak kampanyalar veya direnişler örgütleyebiliyor. Bahsettiğimiz bunu hedefleyen bir yapılanma değil, temel hedefi kendisini giderek bir siyasal merkez olarak inşa eden bir inisiyatiftir.
Böylesi bir sürece siyasal ve toplumsal bir mücadele programında ortaklaşmayla başlanabilir. Genel nitelikleri önümüzde iyiden iyiye beliren konjonktürde, kolektif bir tartışma ile belirleyeceğimiz belirli sayıdaki meseleyi siyasal ve toplumsal alanda örgütleyecek bir inisiyatifi hayata geçirebiliriz. Önümüzde başlayacağı öngörülebilecek bir anayasa tartışması var. Bu süreçte, alternatif bir anayasa yazmak, önermek gibi makro işlere girişmeksizin, belirleyeceğimiz mücadele programı çerçevesinde müdahil olabiliriz. Siyasal alana dair basit, anlaşılabilir ve geniş toplumsal çevrelerde sahiplenilebilir ilkelerin aktif propagandasını yapmak, bunun için kolektif aygıtlar üretmekten veya hâlihazırda varolan aygıtları ortaklaşmaktan; -örneğin- sendikal haklarla ilgili olarak, bu hakları ihlal eden işyerleri önüne sistemli olarak yığılmaya ve gerekiyorsa bu yolda kafalarımızı hep beraber yardırmaya kadar bir dizi ortak çalışmayı hayata geçirmek imkânsız değil. Daha önce belirttiğimiz gibi, siyasal ve toplumsal alanlarda etkin olabileceğimiz ölçekte işler örgütleyebildiğimiz ve bu alanda sonuç alabildiğimiz ölçüde siyasal alandaki AKP’yi durdurma çağrılarımızın bir anlamı olabilir. AKP’nin Aksi halde, zaman zaman “haydi sokağa” çağrıları yapan, yaptığında da “Tünel-Galatasaray arasını” aşamayan bir “basın açıklamacılığına” ya da büyük emeklerle gerçekleştirdiği mahalle çalışmaları genel açısından dönüştürücü olamayan izole mahalleciliğe doğru ilerlememiz kaçınılmaz olacaktır. Hatta belki de çoktan böyle olduk.
Bu durumu aşmaya yönelik bir inisiyatifin verili/kurulu teşkilatların bürokratik biraradalığı olarak başlamaması gerekir. Bağımsız birey ve çevreler; siyasetten elini ayağını çekmiş, fakat bir yandan da “gerçekçi” bir imkân arayan sosyalistler, devrimciler mutlaka sürecin en başından, olmadı ilk çıkış anından hemen sonra dâhil edilmelidirler. Belki de ilk seferberlik buna yönelik olmalı. “Bürokratik biraradalığın” başka bir tehlikesi de hiç şüphesiz ki verili/kurulu teşkilatların bizzat kendi kadro ve sempatizanlarının sürece yabancılaşmaları olacaktır. Bu nedenle sadece bölgesel bâbda düşünülmemesi gereken; örneğin kamu çalışanları gibi alan bazlı da düşünülebilecek meclis çalışmalarının başlatılması elzemdir.
Beraber eyleme, tartışma ve siyaset üretme olanaklarını da sonuna kadar değerlendirecek böyle bir inisiyatifin hangi aşamadan itibaren ve ne ölçüde “bağlayıcı” olmaya başlayacağı şu anın sorusu değildir. Bu süreci aşamalara bölmek; ilk etapta bir mücadele programında uzlaşmayı hedeflemek olasıdır. Bunların hepsi kolektif tartışmayla karar verilebilecek hususlardır. Sokağın, direnişin yanı sıra ve bunların ötesinde, Türkiye sosyalist solundaki anlamsız dağınıklığın içinde anlamlı bir siyasal bir merkez inşa etmeye niyetimiz var mı? Mesele budur!