Korku ile umut arasındaki bağ korkunun “insanın gelecekte başına geleceğini düşündüğü bir kötülüğü daha hafifiyle savuşturmaya yönelten evham” olarak tanımlanmasıyla açıklık kazanır. Umut da korku da geleceğe dair belirsizlikle ve edilginlikle doğrudan ilişkilidir. Her ikisi de nihai olarak kederle ilişkilidir ve keder güçsüzlüğün ya da edilginliğin neden olduğu temel duygulardan biridir. Şeylere ya da olaylara dair yeterli bilgiye sahip değilsek korku ve keder yoğunlaşır ve edilginlik artar. Benzer biçimde, edilgin durumda olduğumuz sürece hem şeylere ve durumlara ilişkin yeterli fikre sahip olamayız hem de bu yetersizlik nedeniyle korku ve keder artar. Korku insan doğasına ait olsa da özgürlükle çelişiktir. Özgürlük güç ile kölelik ve korku ise güçsüzlük ile gelişir. Edilginleştiren duygular ancak daha güçlü duygular tarafından engellenebilir ya da zayıflatılabilir. Daha güçlü duyguları yaratacak olan ise ortak etkinliğin ve ortak gücün artırılmasıdır. Dolayısıyla özgürlük ile korku arasında hiçbir özsel bağ kurulamaz. Bu bağı dışımızdaki şeylere ve kendi doğamıza ilişkin bilgimizi ve kavrayışımızı geliştirerek açığa çıkarabiliriz.
Spinoza’nın duygu kuramı insanın politik varlığının kuruluşu açısından epistemolojik bir temel sunar. Devlet, din ya da ideoloji üzerine tartışmalar açısından da oldukça kullanışlı olan bu temel, arzu ve güç kavramları etrafında döner durur. Peki onca yakıcı sorun varken duygular üzerine düşünmenin bize ne yararı olabilir? Faşizmin doğasını anlamak ve karşı gücün oluşturulması açısından yararı olabilir. Zira özgür bir toplum tasavvuruna olan inancı yaygınlaştırmak, özgürlük mücadelesini toplumsal bir arzu düzeyine taşımak istiyorsak duygularımızın ve fikirlerimizin kuruluşu üzerine de düşünmemiz gerekir. Politik tartışmaya geçiş yollarından biri de budur. Duygu ile güç arasındaki ilişkiyi olduğu gibi devlet ile faşizm arasındaki ilişkiyi anlamaksızın da yaşanılan acılar karşısında nasıl davranacağımız konusunda güçlü bir fikir, toplumsal bir arzu yaratamayız. Aksi takdirde korku ve kuşku bizi ve her şeyi kuşatmaya devam eder. Ve korku, bireysel ve toplumsal köleliğin derinleşmesine ve yaygınlaşmasına neden olur sadece. Korku özgürlüğün ve mücadelenin önündeki en büyük engeldir ve faşizm bu hakikat üzerine yerleşir. Devlet, din, ezenlerin ideolojileri ya da sermaye açıktan ya da örtük biçimde bu çelişkiyi sistematik olarak sonuna değin kullanır. Dolayısıyla çelişki çok görünümlü biçimde tezahür eder. Devletin farklı biçimlerde tezahür eden bu çelişkiyi kendinde toplayan özgül bir işlevi vardır.
Korku ya da umut onu oluşturan neden ortadan kalkmadan ortadan kalkmaz ya da azalmaz. Öyleyse önce nedenleri kavramak zorundayız. Kabaca ifade edelim; devletin varoluş nedenini sınıflar, sınıfların varoluş nedenini mülkiyet ilişkileri oluşturur. Simetrik bir ilişki mi? Tam olarak değil. O zaman ideolojinin işlevini ve devletin ideolojik kuruluşunu yeniden düşünmekte yarar var.
Devlet, sermaye ile emek arasında basit bir düzenleyici işleve sahip değildir. Devlet de bir ekonomik ve politik gücü elinde bulundurur ve yönetir. Diğer taraftan bilindiği gibi devlet bir zor aygıtıdır ve bu işlevini kullanmaktan imtina etmez. Dolayısıyla ekonomik güç ile politik güç birbiriyle özsel bir bağ içindedir. Marx’ın devlet, sermaye ya da emek gibi herhangi bir konuyu ele alırken biteviye “ilişki biçimi” atfında bulunması bu nedenle boşuna değildir. İlişki biçimlerini kavramaksızın sermayeyi, devleti ya da faşizmi anlamaya çalışmak beyhudedir. Dolayısıyla devlet mali, askeri, politik ya da ideolojik birçok gücü elinde toplayan, merkezileştiren bir ilişki biçimi olarak tahlil edilmelidir.
İdeolojinin devlet yoluyla merkezileşmesi, sermayenin tarihsel yoğunlaşması ise uzun bir tarihsel süreç. Ama bu olgunun bize öğrettiği kimi şeyler var: devrim mücadelesinin de merkezileşmesi zorunluluğu. Şayet korku güç yoluyla aşılabilecekse bu gücün merkezi bir güç olması sarsılmaz bir hakikat olarak karşımıza çıkar. Ne var ki devrimci bir merkeziyetçilik sınıfçılık ile aygıtçılık, ekonomi ile politika arasında herhangi bir tercih yapmak zorunda hisseden ya da bu ikisi arasında yalpalayan bir politik kavrayışla geliştirilebilir gözükmemektedir. Devrimci merkeziyetçilikte bu ikisi arasında -doğaları gereği- bir ayrım yoktur. Bu yaklaşım sınıfı diğer toplumsal kesimlerden, politikayı bu ikisinin -nicel ve nitel- ortak gücünden bağımsız görmez. Korku da ancak bu gücün tedricen gelişmesi ve merkezileşmesi ile aşılır. Dolayısıyla merkeziyetçiliği toplumsal olanın dışında inşa edilen bağımsız bir örgütün gücüne güç katan değil toplumsal gücün örgütsel bağımsızlığının inşa edilmesi açısından düşünmeliyiz. Merkeziyetçiliğin nesnel bir ihtiyaç olarak açığa çıktığı tarihsel uğrakta bu ihtiyacı görmezden gelmenin, ikircikli tutumlar içinde olmanın devrimci yaklaşımla hiçbir ilişkisi olmadığı gibi bu tutum mücadelede boşlukların ve dağınıklığın daha da yaygınlaşmasına neden olur. Bu durumda kendiliğinden gelişen toplumsal hareketlerin bile gerisinde bir çizgisizlik hasıl olur. Oysa devrimci merkeziyetçilik tam da bu dağınıklığın aşılması, toplumun tüm ezilen kesimlerinin hemhal olması için zorunludur. Devrimci bir irade olmaksızın toplumun tüm muhalif kesimleri de faşist saldırılara daha fazla açık hale gelir.
Zamanın gösterdiği bir başka olgu daha var: Devrim ve sosyalizm fikrini güncel biçimde yeniden düşünmek ve derinleştirmek zorunda oluşumuz. Zira devrimi toplumsal bir hakikat olarak inşa etmeksizin korku ve umudun sisi hepimizi sarıp sarmalar.
Devrim şansın yaver gitmesi ya da bir mucize değildir. Devrim halis bir umut da değildir. Toplumsal güce dayanan, toplumsal gücün devrimci biçimde merkezileşmesi ile açığa çıkabilecek tarihsel bir olanaktır. Faşizme ve korkuya karşı mücadelede tek gerçek olanaktır. Devrim, özgürlüğün gerçekleşmesi için tarihsel ve toplumsal bir zorunluluktur. Bu nedenle şimdi yeniden devrim üzerine düşünmek en acil görevlerden biridir.