“Devrim sanki göz kırptı…”
(Gezi Parkı’ndan bir pankart)
“Yeni Bir Konjonktüre Doğru” isimli yazılarında Görkem Doğan ve Başaran Aksu Leninist bir momentin içine girdiğimizden bahsederken bu momenti şöyle tanımlıyorlardı: “Leninist momenti emeğin sınıfsal hak taleplerinin, barış ve demokrasi talepleri ile iç içe geçerek siyasallaşmasının ve bu minvalde siyasal bir emek hareketinin yaratılmasının olanak ve potansiyellerinin belirdiği bir konjonktür olarak tarif ediyoruz.” Lenin’in bu momenti “icat etmesini” sağlayan süreç, “Ne Yapmalı”yı yazdığı 1902’den altı sene önce, 1896’da St. Petersburg tekstil işçileri arasında başlayan ve 1905 Devrimi ile zirvesine ulaşan yüksek düzeydeki işçi sınıfı mobilizasyonu idi. Bu mobilizasyon sürecinden iki büyük ismin iki ayrı sonuç çıkarmış olması bir hayli ilginçtir: Alman Sosyal Demokrasisinin bürokratizmi karşısında konumlanan Rosa Luxemburg bu sürecin spontanlığının taşıdığı “devrimci boyuta” çubuğu bükerken; esas derdi Alman Sosyal Demokrasisinin ulaştığı örgütlülük düzeyinde devrimci bir işçi partisi inşa etmek olan Lenin, spontanlığın ortaya çıkardığı enerjiyi politik bir hatta kanalize edecek örgütsel formlara kafa yoruyordu. Bu anlamda Lenin –çokça söylendiği üzere- işçi sınıfından ümidi kesip, meseleyi bir “profesyonel devrimciler örgütü kurmaya” bükmüş değildi. Aksine, mobilizasyonun giderek yükseldiği ve işçi sınıfının müdahil bir aktör haline geldiği Rusya konjonktüründe, bu konjonktürü kıracak ve dönüştürecek devrimci bir politik stratejinin ve ona uygun örgütsel formun peşindeydi. Rus proletaryasını, “belirli ve belki de çok kısa bir süre için” dünya proletaryasının öncüsü haline getiren konjonktürü bu arayış olmaksızın düşünmek zordur. Bu anlamda konjonktür analizi, “dışarıdan” bir analiz değildir; “içeriden” işler: Analizi yapanın politik müdahale olanakları analize dâhildir. Bu nedenle konjonktür analizinin alamet-i farikası politikayı ön plana çıkarması ve yapılacak politik müdahalenin o konjonktürü oluşturan her düzeydeki karmaşık ilişkileri ne yönde dönüştüreceğini öngörmesidir. Yapısal diyebileceğimiz ilişkilerin (birinci somut), politik özneler arasındaki güç ilişkileri düzeyinde nasıl biçimlendiğini (ikinci somut) esas alır ve müdahaleyi bu düzey üzerinden kurgular. Leninist müdahale bu anlamda “somut durumun somut analizidir.”
* * *
Neoliberal döneme dair genel bir konjonktür tarifi yapmak mümkün mü? Kısmen yapılabilir. Bu konjonktürü tarif eden iki ana hat 80’lerden hemen önce Poulantzas ve sonrasında da Stuart Hall tarafından ortaya kondu. Poulantzas’ın “otoriter devletçilik” yaklaşımı, sermayenin küresel entegrasyonuna paralel olarak ortaya çıkan ve liberal demokratik devlet formunu hızla ıskartaya çıkartan yeni bir siyasal, idari yapılanmaya işaret ediyordu. Bu sürecin temelinde, bir önceki dönemde temel olarak emek ve sermaye arasındaki güç ilişkilerin somutlaştığı ulus-devletin yönetsel mekanizmalarının ve buna paralel olarak gelişen liberal veya sosyal demokratik siyasal mekanizmaların hızla küresel sermaye entegrasyonunun ihtiyaçlarına bağlanmaları yatıyordu. Böylelikle toplumsal-ekonomik hayatın neredeyse tüm veçheleri siyasal mücadele alanının dışına taşındı, teknik ve tartışılmaz bir veri durumuna dönüştürüldü. Poulantzas’ın kullandığı anlamda otoriterleşme, liberal veya sosyal demokratik devletin temel meşruiyet zemini olan “yönetim ile yönetilenler arasındaki bakışımlılığın” ilga edilmiş olmasına işaret ediyordu. Stuart Hall, meşruiyetin farklı bir şekilde kurulması ile ilgili ortaya çıkan yeni dinamikleri “otoriter popülizm” adı altında kavramsallaştırırken, neoliberal dönemdeki otoriterizmin diğer veçhesine ışık tutuyordu. Neo-muhafazakâr siyasal söylem, önceki dönemin hâkim sınıfsal kodlamalarının yerine, “tembeller, hazır yiyiciler karşısında girişimciler” gibi yeni ekonomik temelli kodlamaların ve “düzen bozucular, ahlâksızlar, sapkınlar karşısında vakur ve sessiz kitleler” gibi muhafazakâr kodlamaların konması üzerinden inşa ediliyordu. Bu, “halkın” önceki dönemdeki sınıf temelli inşasının yerine, liberal-muhafazakâr bir tarzda yeniden inşası anlamına geliyordu. Diğer bir deyişle bir önceki dönemin sol tınılı demokratik popülist “halkının” yerini, giderek liberal ve muhafazakâr motiflerle bezeli otoriter popülist bir “halk” alıyordu.
Öte yandan bu salt bir “söylem” de değildi. Çalışma ilişkilerinden kentsel dönüşüme kadar çeşitli düzeylerde işleyen neoliberal yeniden yapılanmanın maddi süreçleri, işçi sınıfının sınıfsal formasyonunu tahrip ederken, “orta sınıflar” olarak isimlendirilen kesimleri de dönüştürdü ve onları siyasal, toplumsal ve kültürel düzeyde işçi sınıfından hızla uzaklaştırdı. Kısaca belirtmek gerekirse, sermaye kesimleri lokalden küresele kadar uzanan sıkı bir entegrasyonu ve yoğunlaşmayı gerçekleştirirken, karşı hegemonyayı oluşturabilecek toplumsal özneler hem içsel yapıları itibariyle parçalanmaya maruz kaldılar hem de birbirlerinden uzaklaştılar. Böylesine dağılmaya uğrayan bir toplumsal formasyon içerisinde otoriter popülizmin çeşitli veçhelerinin güç kazanması hiç de zor olmadı. Öyle ki neoliberal politikalara yönelik popüler tepki mecraları bile, özellikle Avrupa’da baş gösteren neofaşist hareketler ve en son örneğine İtalya’daki 5M hareketinde, yakın Türkiye tarihindeki benzerine ise Genç Parti’de rastladığımız neopopülist hareketler tarafından domine edilir oldu.
Buna otoriter devletçiliğin popüler tepkiler üzerinde yarattığı etkiyi de eklemek gerekiyor. Zira önceki dönemde ezilenler adına kazanımlar elde edebilen siyasal partiler ve sendikalar gibi yapılar, küresel sermaye entegrasyonunun dinamikleri karşısında somut kazanım elde edebilme kapasitelerini kaybederek kitlelerin gözünde hızla işlevsizleştiler. Dolayısıyla örgütlü siyaset yerini giderek, parlayıp sönen çıkışlara, lider hareketlerine, popülist kişiliksizleştirme politikalarına bıraktı. Sonuç olarak ortaya çıkabilen büyük kitle mobilizasyonları bile örgütlü siyasetin büyümesine bir türlü tahvil olmadı.
Bu konjonktür içerisinde kitle hareketinin sol ile buluştuğu Latin Amerika’daki gelişmeler sorunun farklı bir veçhesini ortaya çıkardı. Önce Brezilya’da PT (Partido dos Trabalhadores – İşçi Partisi), ardından da Bolivya’da MAS (Movimiento al Socialismo – Sosyalizm’e Doğru Hareketi) büyük kitle mobilizasyonlarının bu sefer sol partiler tarafından soğurulmasını ve bir nevi pasif devrime dönüştürülmesini örneklediler. Küresel kapitalizmin dayatmaları karşısında yelkenleri giderek indiren bu iki hareket, iktidara yürürken arkalarına aldıkları geniş kitle mobilizasyonunu giderek örgütsüzleştirdiler ve kitleler nezdinde yarattıkları bazı somut kazanımları, o kitlelerin siyasal olarak da güçlenmelerine tahvil edecek şekilde işlemediler. Kitle mobilizasyonunu radikalleştirmekle kapitalizmin mevcut durumunu yönetmek arasında kalan bu hareketler rotayı giderek ikincisine doğru kırdılar. Bu dehşet dengesinin Yunanistan’da Syriza nezdinde nasıl bir sonuca ulaşacağı ise tüm dünya solunun kulak kesilip yanıtını beklediği bir soru haline dönüştü.
* * *
Bu geniş konjonktürün yanı sıra Türkiye’yi daha yakından ilgilendiren daha dar bir konjonktürden de bahsetmek gerekir. Poulantzas, otoriter devletçilik kavramını geliştirirken, bu yaklaşımı ileri, merkez kapitalist ülkeler açısından ele aldığının altını ısrarla çizer. Bu ısrarın isabetliliği tartışmaya açık olsa da, Türkiye gibi, iç toplumsal ve siyasal formasyonları daha girift bir yapı arz eden ve –çok kabaca- buna bağlı olarak küresel kapitalizme eklemlenmeleri merkez ülkelere oranla daha doğrudan siyasi müdahaleyi gerektiren ülkelerde ortaya çıkan otoriterizmin özgün bir hâl aldığını söyleyebiliriz. Tayland, Endonezya gibi Güney Doğu Asya ülkelerinde, Putin Rusya’sı ve Orbán Macaristan’ı başta olmak üzere komünizm sonrası toplumlarda uzun bir süredir konsolide olan bir otoriterizm türü bu. Arkasına büyük ve karmaşık bir seçmen tabanını alan ve bu güce dayanarak parti ve devlet arasındaki irtibatlanmayı liberal demokrasilerin kaldırabileceğinden çok ilerisine taşıyan AKP türü otoriter popülist partiler, bu yeni otoriterizmin inşa edici, aktif güçleri olarak ön plana çıkıyorlar.
Bu otoriter popülist partiler temelde dört şeyi gerçekleştiriyorlar:
- Küresel kapitalizme eklemlenme süreci içerisinde sermaye fraksiyonları arasındaki çatışma ve dengeleri, doğrudan müdahil olacak şekilde yönetmek;
- Emekçi kesimleri siyasal olarak soğurmak;
- Lider, parti, devlet arasındaki ilişkileri –hemen yukarıda bahsedildiği gibi- liberal demokrasilerin kaldırabileceğinden çok ilerisinde kurumsallaştırmak;
- İdeolojik alanda yeni bir “hakikat rejimi” yaratarak ve bunu uygun bir ‘beden disiplini’ politikası (biyo-politika) ile tahkim ederek, toplumsal hayatın çeşitli düzeylerinde siyasal iktidarın derinliğini artırmak.
Daha genel nitelikteki neoliberal otoriterizmin dışında değil, onun içerisinde gelişen bu özgün otoriter rejimler çerçevesinde demokrasi sorunu özgün bir nitelik kazanıyor. Zira siyasal otoriteyi kullanan gücün yoğunlaştırılmış niteliği toplumsal, ideolojik ve politik çıkış ve taleplerin kolaylıkla birbirlerine eklemlenebilmeleri ihtimalini ortaya çıkarıyor. Bu nedenle, bu rejimler karşısında demokrasi talebinin nasılgeliştirileceği veya ortaya çıkacağı toplumsal ve siyasal muhalefet açısından belirleyici meseleyi oluşturuyor.
* * *
“Ortaya çıkmak” ifadesinin Gezi isyanı için doğru bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Kimsenin beklemediği bir anda ortaya çıkan Gezi isyanın en dolaysız etkisi, otoriter gidişatın boğucu havasını bir anda seyreltmesi oldu. İsyan aslında kök bir liberal talebi seslendiriyordu: “Kralı sınırlandırın.” Bu net talebin laiklik ve siyasal İslam vurguları ile bulandırılmaması yaşanan sürecin belki de en şaşırtıcı özelliklerinden birisiydi. Alanlarda bu vurgular neredeyse hiç ortaya çıkmadı. Bu anlamda AKP karşıtı muhalefetin farklı bir aşamaya geçtiğini söyleyebiliriz. Kralın “ali kıran baş kesenliğine”, kralın adamlarının (polis/vali/belediye başkanı vs) birey ve topluluk haysiyetini ayaklar altına almaya yönelik uygulamalarına karşı dirençli ve kararlı bir popüler isyan geçti gözlerimizin önünden. Kitleler 2000’lerin başındaki MSP geleneğinden gelme AKP’yi değil, iktidarının özellikle ikinci döneminde şekillenen AKP’yi hedef aldılar açıkça.
Fakat asıl mesele mazrufta değil zarftaydı belki de. Başka şekilde söylemek gerekirse, biçimin içeriği aştığı bir kitle mobilizasyonu idi Gezi isyanı, hâlâ da öyle. Politikanın yapılış biçimlerine, özne ve mekanizmalarına dair kalıcı olması kuvvetle ihtimal bir damga vurdu isyan. İlk olarak, politikanın sınır çizme işi olduğunu ve bu sınırın etkin olarak ancak politik mücadele içerisinde konumlanarak çizilebileceğini yeniden ön plana çıkardı. Bu anlamda etkin bir toplumsal ve siyasal muhalefet açısından meselenin, örneğin sol liberal zihniyetin yaptığı gibi, Türkiye’yi kuşbakışı bir pozisyonundan gözlemleyip, politik alandaki aktörlere -özellikle de AKP’ye- o “üstün ve objektif” pozisyondan akıl hocalığı yapmak olamayacağı açıkça ortaya kondu. İsyan, ana akım politikanın değil, gerçek, etkin ve aşılması gereken politik sorunsalın -otoriterizm sorunsalının-içerisinde hareket etti (“İnsanlık ancak çözebileceği sorunları önüne koyar”), farklı politik kesimleri belirli bir mesele çerçevesinde tavır almaya zorladı, sınırları yeniden çizdi, hasmı belirginleştirdi ve böylelikle içeriyibüyük ölçüde yeniden dizayn etti. Meseleyi muhteva açısından çözmedi, ama Türkiye’de toplumsal ve siyasal muhalefetin işleyeceği coğrafyayı yeniden belirledi. İkinci olarak, siyaset yeniden somutlaştı. Barikatların kurulduğu İstanbul’un merkezinde kısmen de olsa hayatın rutini ve bu rutinin zeminini oluşturan güvenlik kabuğu çatladı. Bu çatlağa bağlı olarak sadece Taksim ve çevresinde değil, İstanbul’un tüm merkezlerinde, geceli gündüzlü, insanların slogan atmaları, sokakları, parkları, alanları sahiplenmeleri ve gerektiğinde bunlar için devletin zor aygıtı ile kıyasıya bir mücadeleye girmeleri neredeyse sıradan bir hâl aldı. Bunların hepsi şu ikilikleri ortaya çıkardı: Soyut bir tartışma alanı olarak kamusal alan karşısında somut mekânlarıyla kamusal alan; yazılı hak ve sorumlulukları ile tanımlanan soyut yurttaş karşısında bu hak-sorumluluk çerçevesini kırabilme kudretini gösteren etkin sokak militanı; ve belki de en önemlisi, tartışma, düşünme ve karar alma ortamını domine eden ana akım siyaset-medya sürekliliğinin karşısında mücadele içerisindeki insanların ortak akıl üretmeye yönelik olarak inşa edecekleri somut mekanizmalarının olanaklılığı. Hâlihazırda süregiden park forumları bu yönelimin şimdilik en belirgin örneği durumunda. Bunların ne denli kalıcılaşacağını, daha sabit örgütsel biçimlere evrilip evrilemeyeceğini içerlerinde eyleyerek göreceğiz. Fakat siyasal eylemin düşünme, tartışma ve karar alma süreçlerine dair yeni ve özerk formların bu süreç içerisinde ortaya çıkmış olmasının birçok akılda kalıcı izler bırakmasını beklemek saflık olmayacaktır.
Gezi isyanının sınıfsal konfigürasyonu “orta sınıflar” gibi amorf ve boğucu bir kavramla örtülmekte. Bunun yanı sıra bu konfigürasyon “kaybeden orta sınıflar”, “yeni proletarya” gibi kavramlarla da karşılanmaya çalışılmakta. Şüphesiz ki sokağa çıkan kitle bu kesimden çok daha fazlasını içeriyor ve bu anlamda Gezi isyanı bizlere çok net bir sınıfsal zemini tarif etmiyor. Fakat sokağa çıkanların önemli bir kesiminin gençlik ve profesyonel çalışma hayatının içerisinde olanlar olduğunu söyleyebilmek de mümkün görünüyor. Gençlik, neoliberal yapılanma içerisinde yeniden özgün bir kesim olarak ön plana çıkıyor. Özellikle Avrupa’da ve ABD’de işsiz ve gelecek beklentisi düşük genç kuşakların, küresel kapitalizmin krizi karşısında sokağa ilk çıkanlar olduklarını biliyoruz. Öğrencilik hâli ile işsiz/esnek işçi/free lence vesaire gibi istihdam halleri arasındaki sırat köprüsünden geçmeye çalışan bu kitle, şansı yaver gidip de beyaz yakalı olsa bile, yeni çalışma rejiminin sert ve acımasız disiplini altında ezilmekten ve bir tür karakter aşınmasına uğramaktan kurtulamıyorlar. Bu anlamda geç neoliberalizm bu kesimlere, erken neoliberalizmin vaat ettiği “yırtma” olanaklarını daha az sunuyor. Elbette ki bu verilere dayanarak Gezi isyanını indirgemeci bir şekilde neoliberal yapılanmaya bağlamak doğru olmayacaktır. Sokağa çıkanların çıkış motivasyonu ABD, İspanya, İsrail ve Yunanistan’da olduğu gibi ekonomik kökenli değildi. Fakat çıkmış ve patlamış olmaları, bizlere bu kesimlerin potansiyelleri hakkında epey bir fikir vermiş olmalı. Üstelik giderek sertleşecek olan neoliberal politikaların, ortaya çıkması az bir ihtimal olmayan ekonomik krizin bu kesimlerin yanı sıra işçi sınıfının çeşitli kesimlerinde de patlamalara yol açmayacağını söylemek de artık o kadar kolay değildir. İsyan bulaşıcı olabilir.
* * *
Bu yazı boyunca konjonktür ve kitle mobilizasyonu halleri arasındaki ilişki vurgulanmaya çalışıldı. Gezi isyanı popüler demokratik karakterde spontane bir kitle mobilizasyonu. Bu türden mobilizasyonların hem neoliberal dönemdeki parlayıp-sönücü ve örgütlü muhalefete bir tortu bırakmayan genel karakterini akılda tutmalıyız hem de bu mobilizasyonun Türkiye gibi daha özgün bir otoriter konjonktürde ortaya çıktığını ve Türkiye’nin hazır bekleyen çatışmalı siyasal ve toplumsal süreci içerisinde farklı boyutlara taşınabileceğini. Üstelik dar anlamda Gezi süreci sönümlenecek olsa da, isyan sürecinin Türkiye’de kalıcı sorunsallar ortaya çıkardığını unutmamalıyız. Dolayısıyla yapıp edeceklerimizi dar anlamda Gezi isyanı çerçevesinde değil, Gezi “olayının” ortaya çıkardığı sorunsalların ördüğü yeni siyasal coğrafya çerçevesinde düşünerek tasarlamalıyız. Nedir bu çerçeve?
1- Politik sorunsal: İsyanın belirleyici ve değişik kesimleri birbirine eklemleyici karakterini net politik muhtevası oluşturuyordu. Yukarıda isyana katılan kitlelerin siyasal muhalefeti muhteva düzeyinde laiklik sorunsalından anti-otoriterizm sorunsalına (“Kral’ı sınırlandırın”) yükselttiğinden bahsetmiştik. Sosyalist sol açısından bu raddeden sonraki mesele, bir yandan bu yönelimi sahiplenmek ve Türkiye’nin daha özgün otoriter konjonktürünü kırmaya çalışmak, diğer yandan da bu momentin barındırdığı demokratik muhtevayı sosyal taleplere doğru genişletmek, giderek demokratik-popüler bir karşı hegemonyanın siyasal ve toplumsal talepler manzumesini ve bunun politik merkezini ortaya koymak ve böylelikle neoliberal otoriterizmin genel nitelikteki konjonktürünü çatlatmaya yönelmek olmalıdır. Bu anlamda Türkiye’nin içerisinde bulunduğu daha özgün otoriterizm konjonktürü, neoliberal otoriterizmi hedef almak için, yani aslında sol açısından günümüzün muammasını çözebilmek için özgün bir ortam yaratmaktadır. Bugün için otoriterizm çerçevesinde ortaya çıkan, yarın Kürt sorunu ve Ortadoğu politikaları çerçevesinde uç verebilecek barış ve anti-militarizm eksenli kitlesel hareketlenmelerin ortaya çıkaracağı siyasal enerjiyi toplumsal/sınıfsal mesele üzerindeki çetin kabuğu çatlatmaya doğru evriltmek sosyalist sol siyasetin belirleyici karakteri olacaktır.Leninist momenti bu anlamda anlamak gerekir.
2- Muhteva sorunsalı: Bu, kitle mobilizasyonunu “doğru yönetmek”, “doğru mesajların sözcüsü olmak” gibi pasif ve edilgen yönelimlerle gerçekleştirilebilecek bir olay değildir. Çeşitli alanlarda ve çeşitli düzeylerde ortaya çıkabilecek kitle mobilizasyonları ile ilişkilenerek, bu mobilizasyonların çıkabileceği stratejik alanlara şimdiden kadrosal, örgütsel ve ideolojik yığınaklar yaparak gerçekleştirilebilecek bir inşa süreci olarak algılanmalıdır. Sokaktan işyerlerine, dolayısıyla polisten işyerlerindeki yöneticilere kadar her türlü somut baskı ve disiplin mekanizması karşısında somut direniş ağları örmek; Gezi Parkı’na yönelik somut talebi kent hakkı merkezli politik bir programa evriltmek; sokağa çıkan genç/işsiz/öğrenci/esnek nitelikte ve fakat sert koşullarda çalışan kitlenin somut taleplerini çalışma biçim ve koşullarına yönelik daha kapsamlı ve bütünleşik bir programa evriltmek; her geçen gün yeni halkalara doğru genişleyen güvencesizlik hâlini, iş kanununda zaten hâlihazırda tanınmış talepleri seviyesinden anayasal nitelikte yeni hak talepleri seviyesine evriltmek v.s. Örnekler çoğaltılabilir ve bunlar elbette Gezi sürecinin “aklımıza düşürdüğü” gündemler değildir. Gezi süreci sadece bu yönelimleri kitleselleştirebilmek için kullanılacak siyaset manivelasını yeniden önümüze koymuştur. Bundan sonrası sosyalistlerin ufuklarının açıklığına ve örgütsel becerilerine kalmış bir iştir.
3- Örgüt sorunsalı: Politik sorunsalla muhteva arasındaki ilişkiyi kuracak somut sorunsal elbette örgüt biçimi ile ilgili olacaktır. Lenin’den bize bir miras kaldıysa bu, önerdiği örgütsel formun bizzat kendisiyle ilgili değildir. Ortaya koyduğu basit soru ile ilgilidir: Kitle hareketinin seviyesine bağlı olarak kapanıp-açılabilme esnekliği haiz, bir yandan bu hareketle ilişkilenmeyi sağlayacak, diğer yandan da bu hareketin politik yönelimini radikalleştirecek etkin örgütsel form nedir? Yukarıda sayılan bir dizi “evriltme” gündemi kâğıt üzerindeki programatik yönelimlerden ibaret olmayacaktır. Bu yönelimlerin niteliksel seviyedeki bir kitle tabanı kazanması, yani bunların yeşereceği alan çalışmalarının sembolik düzeylerden gerçek ve etkin düzeylere geçmesi, gerçek ve etkin örgütlenme biçimlerinin hayata geçirilmesi üzerinden gerçekleşecektir. Gezi isyanının sosyalist sola verdiği en büyük derslerden birisi de solun örgütlenme biçimlerinin yetersizliği ile ilgili olmuştur. Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen demokratik-popüler karşı hegemonya merkezini çevreleyecek olan alan örgütlenmelerinin çeşitlenmesi, esnek kılınması ve kadrolarının bu minvalde o alandan çıkması esas olmalıdır. Spesifik bir iş üzerinden toplanıp dağılacak ağ yapılanmalarından sendikal örgütlenmelere; yine spesifik konu ve alanlarda işleyecek ve uzmanlaşacak dernek, vakıf türü yapılardan bu özgün alanları birbirleri ile ilişkilendirecek daha üst yapılara; görsel malzeme üretecek, belirli alanlara özgü işlevsel yayınlar çıkaracak ve bunları her türden sosyal medya ağı üzerinden yayabilecek esnek ilişkilenmelerden siyasal ve ideolojik söz kristalize edecek siyasal yayın faaliyetlerine kadar her türden örgütsel formu içerme kabiliyetini haiz bir “örgütsel kompleksi” inşa etmek durumundayız.
Bu kompleksi kuracak değil, ama bu kompleksin unsurları arasındaki pratik ilişkilenmeleri ve bakışımlılığı inşa edecek, bunlar arasındaki ideolojik ve politik yakınsamayı gerçekleştirmeyi kendisine misyon edinecek bir kadrosal merkez, en acil ve fakat Türkiye solunun aşırı parçalı yapısı düşünüldüğünde çözülmesi en zor olan ihtiyaç olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye sosyalist solunun hâlihazırda örgütlü kesimleri bu konuda ümitli olmamızı sağlayacak olgunluğu göstermekten uzaklar. Bu kesimlerin dışında kalan, sayıca hiç de az olmayan ve nitelik olarak hiç de küçümsenemeyecek özellikleri haiz kesimlerinin ortaya koyacağı çeşitli düzeylerdeki inisiyatiflerin sosyalist solda geniş bir tartışmayı ve yeniden harmanlanmayı yaratması en makul seçenek olarak karşımızda duruyor.
Denemek zorundayız…