2011 Mart’ından bu yana Suriye’deki çatışmalarda ölenlerin sayısı 82 bini buldu. Esad’ın kısa sürede tasfiye olacağı yönündeki Türkiye dış politikası kısa sürede çöktü, ancak Türkiye’nin, başta radikal İslamcı gruplar olmak üzere Suriyeli muhalif grupların silahlandırılması, eğitilmesi ve lojistik merkezi olması işlevi ısrarla sürdürdü. Bu yüzden hiç kuşkusuz Reyhanlı katliamının arkasındaki güç kim olursa olsun, asıl sorumlu, bu ortamı hazırlayan ve böylesi bir iklimi oluşturan AKP iktidarıdır. Olanların ve olacakların politik sorumluluğu AKP’ye aittir. Bu nedenle, toplumsal ve siyasal muhalefetin “katil kim?” oyununu oynamasına gerek yoktur. Siyaseti, TV kanallarının gediklileri haline gelmiş “stratejistlerin ve yorumcuların” deforme edici mesleki pratiklerinden kurtarıp, bağlantıları politik olarak kurmak ve propagandasını yapmak solun bu olay karşısındaki başlıca görevi olmalıdır. Antakya’da solun önderliğinde yürüyen Nusayri(Arap-Alevi) halkı Reyhanlı halkının acısını paylaştı ve kardeşlik duygularını ifade etti. Bu konjonktürde solun bir diğer görevi de, AKP iktidarının uzun süredir Sünni mezhebi etraflı yürüttüğü Ortadoğu politikasında ifade ettiği ve aslen Sünni güçlerin kardeşliği anlamına gelen siyasasının karşısına, Antakya’da yürüyen Nusayrilerin vurguladığı halkların kardeşliği siyasasını dikmek olacaktır.
Pekiyi, AKP’yi bu tür riskler almaya iten ne oldu? Klasik Türkiye Cumhuriyeti dış politikasından uzaklaşıp, bir bölge gücü olma perspektifini nasıl anlamak gerekir? Bu perspektifin yeni olmadığını biliyoruz. Fikir olarak 1980 sonrası “Türkiye Günlüğü”nde toplaşan sağ entelektüel zevata, politik olarak da Turgut Özal’a bağlanabilecek Yeni Osmanlıcılık perspektifinin bu dönemde değil de AKP döneminde maya tutması Türkiye’deki sermaye güçlerinin dönüşümü ile açıklanabilir ancak. Bu proje o zaman için içeride ordu bariyerine takıldıysa ve bugün için o bariyer yerle bir edildiyse, bunu AKP’nin politik vizyonunun genişliğine değil, sermaye bloğunun “sınır ötesi maceralara” açık bir atılganlığa ulaşmasına atfetmek gerekir. Kuzey Irak, Almanya’dan sonra Türkiye’nin en fazla ihracat yaptığı bölge haline gelmiş durumda ve bu sene içerisinde ilk sıraya çıkması bekleniyor. Kuzey Irak yönetimi ile yapılan ve ABD’yi de bölgedeki dengeler açısından rahatsız eden enerji anlaşmasının da AKP ve sermaye güçleri açısından son derece önemli olduğu da aşikâr. Bu konuda Erdoğan’ın ABD gezisinden hemen önce söyledikleri gayet açık nitelikte:
“Dünyanın değişik yerlerinden ülkeler, Irak’ın değişik yerlerinden gelip petrol aramadan, çıkarmaya, ondan sonra uluslararası petrol piyasasına sürmeye varıncaya kadar bu adımları atıyorlar da burada kapı komşumuz olan Irak ile her an her türlü desteği, yardımı veren Türkiye’nin orada karşılıklı çıkar esasına dayalı bir adım atmasından daha doğal, daha tabii ne olabilir. Burada her ülke kendi hesabını yapıyor, Türkiye de kendi hesabını yapacaktır. Hele hele Kuzey Irak yerel yönetimi, yani ‘Ben size ham petrol vereyim ama bunun karşılığında sizler bana bunun karşılığında benzin, mazot verin’ dediği zaman ‘Hayır, ben sana vermeyeyim’ mi diyeceğim. Tabii ki vereceğim.”
Bu noktadan bakıldığında Türkiye solu açısından sıkça yapıldığı gibi AKP’nin “ABD emperyalizminin kuklası” olduğu tezinin yüzde yüz doğru olduğunu söylemek zorlaşıyor. Meseleyi şu şekilde ifade etmek daha doğru görünüyor: Arap Baharı ile başlayan süreç ABD hegemonyasının bölgede zayıfladığına işaret ediyor. Bu durum yeni bir konjonktür oluşturmuş durumda ve Ortadoğu’daki tüm aktörler bu yeni konjonktürde pozisyonlarını güçlendirmeye ve konsolide etmeye çalışıyorlar. Emperyalizmin Ortadoğu politikası an itibariyle bir kaos yönetişimi politikasıdır. Bu ABD’nin “emperyal oyun kurucu” rolünü kaybettiği anlamına gelmiyor, fakat bölgeyle ilgili olarak daha fazla pazarlık yapmak durumunda olduğuna işaret ediyor. Üstelik ABD’nin ekonomik krizin gölgesinde hâlâ çıkmamış olması ve emperyal politikalar açısından dikkatini daha fazla Asya-Pasifik bölgesine kaydırmış olması ABD’yi bölgede daha “pazarlıkçı” bir pozisyona itiyor. Elbette ki bu yeni görece açık konjonktürde, tüm aktörler konumlarını ancak mevcut güçleriyle doğru orantılı olarak artırabiliyorlar. AKP iktidarı da bu yeni konjonktürde aktif bir oyuncu olarak beliriyor. Soyunduğu rolün Türkiye kapitalizmine birkaç gömlek büyük gelip gelmeyeceğini zaman gösterecek ve öyle anlaşılıyor ki bu zaman çok da uzun olmayacak.
Erdoğan-Davutoğlu girişiminin Suriye denklemini yanlış okumuş olmaları ve yanlış okumakta ısrar etmeleri büyük bir handikap olarak ortaya çıkıyor. Fakat bu handikap AKP’nin geri çekilmesine neden olmuyor. Aksine Kürt sorununa dair farklı bir siyasayı harekete geçirerek, kartlarını daha da açıyor. AKP’nin, Türkiye Dış Siyaset geleneğine çok da uymayan bu atılganlığı, Türkiye sermayesinin Ortadoğu’daki bu yeni konjonktürden iştahının ne kadar kabarmış olduğunu gösteriyor. Bu yeni durum aslında Türkiye’yi gerçekten bir bölge ülkesi haline getirmiş durumda. Zira artık Türkiye’nin ekonomiden Kürt sorununa kadar temel tüm meseleleri artık bölge bağlamında düşünülmesi gereken meseleler haline gelmiş durumda. Kabarmaya devam eden dış borçtan Kürt sorununa, yeni anayasadan AKP-Cemaat ilişkilerine kadar birçok mesele artık bölgede Türkiye’nin izlediği hattın muhtemel başarı veya başarısızlığından ayrışık olarak düşünülemiyor.
Antep, Cilvegözü ve Reyhanlı, Avrupa atmosferinden Ortadoğu atmosferine bu hızlı ve saldırgan kayışın bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Ve Türkiye burjuvazisi Cengiz Çandar’ın ağızından tavrını koyuyor: “Reyhanlı, Ortadoğu’da etkili bir aktör olmanın kaçınılmaz bedelidir.”
* * *
AKP’yi Kürt sorununda rota kırmaya yönlendiren de bölgeye dair yaptığı hesaplar. Fakat AKP’nin Kürt sorunu ile ilgili olarak daha öncesinde de farklı bir “derin vizyonu” bulunuyor. Kontrollü siyasalarla bir Kürt müteşebbis sınıfının ve orta sınıf katmanlarının ağırlığının konsolide edilmesine ön ayak olan AKP’nin bölgeye dair projesinin, bu nedenle, Kürt hareketini ezmeye çalıştığı zamanlarda bile salt baskı temeline oturmadığını söylemek mümkün. Bu anlamda AKP’nin Ortadoğu politikası ile Kürt meselesindeki politikasını beraber düşünmek gerekiyor. Bu, başta Gaziantep olmak üzere, Malatya, Maraş, Diyarbakır, Batman’da ve Kuzey Irak Kürdistan’ındaki sanayileşme süreci kavranılmadan “sürecin anlaşmasının” zor olduğu anlamına geliyor.
Türkiye sanayi üretiminin ana coğrafyası hâlâ Marmara havzası olsa da, son 30 sene içerisinde Anadolu’daki Kayseri, Denizli, Konya gibi illerin hızla sanayileştiği ve buna bağlı olarak, kültürel ve ideolojik olarak muhafazakâr bir iklim içerisinde şekillenen yeni bir proleter kitlenin ortaya çıktığını biliyoruz. “Sürecin” başarılı olması durumunda daha geniş bir proleterleşme dalgasının yaşanacağını düşünmemek için hiçbir neden yok. Geçen sene yayınlanan “2011-2014 Sanayi Stratejisi Belgesi”nde ortaya konan vizyonun Türkiye’yi Avrasya’nın üretim sahası haline getirmek olduğunu, Maliye Bakanı’nın ağzından “Güneydoğu’yu Çin yapacağız” sözlerinin kolaylıkla döküldüğünü ve “bölgesel asgari ücret” gibi açılımların bir süredir sermaye çevrelerinin gündemlerinden birini oluşturduğunu bu minvalde hatırlamak gerek. Elbette ki bu sonuç “bölgeye iş-aş götürmek” söylemi içerisinde pazarlanacak. Ve bölgedeki yüksek işsizlik oranları düşünüldüğünde bu pazarlamanın belirli bir “maddi gerçekliği” de olacak. Fakat unutulmamalıdır ki bu yeni proleterleşme dalgası genel olarak emek üzerindeki baskıyı daha da artıracak. Zira bölgedeki düşük normlar kısa bir süre içerisinde emek piyasasının da genel normları haline gelecek ve AKP’nin büyük bir kararlılıkla yürüttüğü güvencesiz ve ucuz emek politikası daha da derinleşecek.
Devrimcilerin, sosyalistlerin Kürt hareketinin bundan sonraki gidişatını bu minval üzerinden takip etmeleri ve bu hareketin kolları ile yine bu minval üzerinden ilişkilenmeyi hedeflemeleri eşyanın tabiatı gereği olacaktır. Kürt Ulusal Hareketinin birikimini ve gücünü küçümsemeyen, onun Kürt yoksulları içindeki kökenini göz ardı etmeyen bir yaklaşımla “sürecin” dinamik olasılıklarına odaklanan bir tutum izlenmelidir. Sürecin zaten başarısızlığa mahkûm olduğu kehanetlerine değil, iktidar ve ulusal hareket arasındaki uzlaşmaz çelişkilere, politik gelenek ve strateji farklılıklarına vurgu yapmak gerekmektedir.
* * *
Satrançta temel olarak iki oyun türü vardır. Acemiler veya az bilenler taktiğe dayalı oyun oynarlar. Burada amaç, çeşitli hamle kombinasyonları ile taş üstünlüğünü ele geçirmek ve karşı tarafı bu şekilde zayıflatmaktır. Ustalar ise pozisyonel satranç oynarlar. Taktikler, burada da elbette kullanılır. Fakat esas amaç, taşların yerleşim konfigürasyonu üzerinden tahta üzerinde alan hâkimiyetini kazanmak ve bunun üzerinden karşı tarafı belirli bir şekilde oynamaya mahkûm edip, rakibin oyununu belirlemektir. Bu anlamda AKP’nin iç siyasette iyi bir pozisyonel oyuncu olduğunu kabul etmek gerekiyor. Zira AKP attığı her adımla iç siyasetin temel aktörlerini akamete uğratmayı ustalıkla beceriyor. CHP -örneğin- “süreç” ile ilgili olarak “hükümet bizi bilgilendirmiyor” demeyi siyaset zannederek, neredeyse siyaset bilimi literatüründe bir “örnek olay” haline gelebilecek kadar zavallılaşırken; MHP, aynı 12 Eylül’de olduğu gibi, “biz değil ama fikirlerimiz iktidarda” hâlinin tekerrürünü yaşıyor, ama bu sefer fars olarak. Bu şekilde bakıldığında, çok partili sistemimizin giderek tek partili hale dönüştüğünü, bu gidişata direnen tek etkin gücün Kürt hareketi olduğunu söylemek mümkün.
İç siyasal dengeler açısından AKP’nin elini zorlayan unsurlar daha çok kendisinin siyasal merkezinde bulunduğu geniş koalisyonun, Cemaat gibi diğer unsurları oluyor. Özellikle Cemaat’in devlet aygıtının belirli alanlarındaki, özellikle de baskı aygıtlarındaki etkinliği göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan siyasal yapı iyiden iyiye garabet bir hâl alıyor. Devlet iktidarının siyasal ve “sivil” nitelikte aktörlerce paylaşıldığı, Erdoğan kliği ile Cemaat arasında ortaya çıkan gerilimin gösterdiği gibi, bu paylaşım savaşının hâlen sürdüğü bu dönemin aşılması, yeni güçler dengesinin yeni anayasada sabitlenmesi ile mümkün olacak. Her açıdan Türkiye Cumhuriyeti’nin “yeni normalleri” hazırlanıyor. Ve masada olanlar da büyük oranda muhafazakâr ve otoriter aktörler. Bu nedenle, muhafazakâr ve otoriter bir tarihsel döneme doğru ilerlendiğini söylemek pek de kehanet gibi durmuyor.
Meclis’te yaşanan “yeni anayasa komisyonu” komedisi sündürülürken, meselenin, bu geniş koalisyon içerisindeki unsurlar arasındaki güçler dengesi uyarınca halledileceği, bu süreçte “dışsal aktör” olarak sadece Kürt hareketinin belirli bir müdahale imkânı bulabileceği giderek aşikâr hâle geliyor. Gidişat gösteriyor ki -başkanlık formu altında olsun veya olmasın- yürütme erkinin, hatta o erk içerisindeki belirli pozisyonların daha da güçleneceği, yönetsel merkezileşmenin daha da artacağı ve liberal demokratik formların, aslında tüm dünyada olduğu gibi, giderek daha fazla deforme olacağı otoriter bir yönetsel yapı hedefleniyor. Bu türden bir merkezileşme ve erk yoğunlaşması, AKP ile siyasal amentüsü “istikrar” olan sermaye güçleri arasındaki mutabakatın diğer bir önemli ayağını oluşturuyor.
Fakat otoriterleşme eğilimi salt yönetsel yapının yeniden dizaynı ile kısıtlı kalmıyor. Ordunun giderek Türkiye’nin muhtemel emperyal ataklarının “dış aracı” olacağı yeni güvenlik konjonktüründe, “iç alan” giderek polisiyeleşiyor. Türkiye hızla polis-yargı sürekliliğinin konsolidasyonu üzerinden otoriter bir polis devleti haline geliyor. İlk olarak siyasal alanda Kürt hareketine ve sola vurarak başlayan bu süreç, giderek emek hareketinin her veçhesine ve hatta toplumsal gündelik hayata doğru uzanmaya başlamış durumda. Gaz ve cop yemek artık sadece devrimcilerin alışıldık pratiği değil: CHP’lilerden, liseler arası futbol turnuvasında maç yüzünden birbirleriyle kavgaya tutuşan gençlere kadar toplumun her kesimi giderek daha fazla polis şiddeti ile sindirilmeye çalışılıyor.
AKP iktidarı ile ilgili olarak çeşitli belirlemeler yapıldı. Şeriatçı da dendi, faşist de dendi, demokrat da dendi. Demokrat sıfatını ciddiye almaya gerek yok. Toplumu muhafazakârlaştırma konusunda kat ettiği onca aşamaya karşın AKP’yi şeriatçı olarak nitelendirmek güç. Kimi zaman başvurduğu faşizan uygulamalara karşın AKP iktidarının açık bir faşizme tekabül ettiğini de söyleyemeyiz. Mevcut durumda AKP iktidarını en doğru şekilde tanımlayacak unsurlar, bu iktidarın otoriter bir yönetim anlayışına sahip olduğu ve bu otoriter anlayış üzerinden neoliberalizmi başarıyla derinleştirdiğidir. Bu anlamda AKP iktidarı, otoriter neoliberalizmin Türkiye’deki siyasal aktörüdür.
AKP iktidarı, yerli ve yabancı sermayenin talepleri doğrultusunda emekçiler için güvencesiz çalışma koşullarını konsolide edip ve kapitalizmi derinleştirirken; otoriter uygulamalar üzerinden emekçilerin göstereceği tepkileri bastırmayı da kendisine görev bilmiştir. Bu açıdan bakıldığında, bir yanda yerli ve uluslararası sermayeye yeni sömürü alanları açılması, özelleştirmeler, taşeron sisteminin yaygınlaştırılması, uluslararası sermayeyi çekmek için uygulanan para politikaları; diğer yanda grev yasakları, sendikal hakların budanması, muhalif kesimleri sindirmek için devreye sokulan yargısal süreçler, 1 Mayıs saldırısı, Taksim yasağı, vs. ile beraber işlemiştir.
Siyasal iktidarın iş gücü maliyetlerini azaltma stratejisinin ürünü olarak yaygınlaştırdığı güvencesizleştirme politikaları ancak ve ancak otoriterleşmeyi derinleştirerek sürdürebilir. Bu nedenle egemenler, emekçi halk kesimleri karşısında neoliberal iç savaş doktrininin tüm gereklerini yeri getirdikleri pratikler sergilemeye devam edecekler. Cezaevleri, yargı, polis kuvveti bu iç savaş doktrini doğrultusunda yeniden işlevlendirildi ve işlevin giderek derinleşmesi kuvvetle muhtemel. Bir iç savaş hukuku inşa edildi, bu hukuk şayet politik bir oyuncu olarak işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri devreye girmezse daha da geliştirilip, konsolide olacak. Fakat tüm bu süreç içerisinde, AKP’nin ezilenlerin de “temsilcisi” olma pozisyonunu hızla yitirerek, giderek daha çıplak bir sermaye partisi haline gelecek olması devrimci siyaset açısından yeni olasılık ve potansiyelleri ortaya çıkarıyor.
* * *
Yukarıda ele alınanlar iktidar bloğunun yönelimleri olarak düşünülmelidir elbette. Yine yukarıda belirtildiği gibi, başarıya ulaşıp ulaşmayacağı salt AKP’nin maharetine bağlı değildir, gerek bölgesel gerek küresel güçlerin müdahale ve belirleyicilikleri tarafından sınırlandırılıp, yeniden biçimlendirilecekleri kesindir. Fakat buna dayanarak, “bu senaryo AKP ve Türkiye sermayesine birkaç gömlek fazla gelir” deyip, pusuya yatmak ve bu şekilde teselli bulmak solun siyasal aktörlükten feragat etmesi anlamına gelecektir. Bu gizli ve telaffuz edilmeyen ruh hali olsa olsa sinizm üretir. Siyaset, statik senaryolar yazmak ve bu senaryoların karşısına geçip “şöyle olur, böyle olmaz” demek değil, yukarıda ancak kabataslak bir tasviri bulunan dinamik sürece müdahil olabilmektir. Mesele AKP ve Türkiye sermayesinin bu oyunu oynayıp oynayamayacağı değil, oynama giriştiklerinde –ki giriştikleri kesin- sürecin gidişatına nasıl müdahale edileceğidir. Bu anlamda siyaset sonuç tahmini değil, süreci süreç içerisinde analiz edebilme ve müdahil olabilme sanatıdır.
Öyle görünüyor ki AKP’nin siyasal temsilciliğini yürüttüğü iktidar bloğu da ısrarcı olacaktır. Bu ısrar üç temel ayak üzerine oturuyor: Savaşı dâhi göze alan saldırgan bir bölge politikası, siyasal ve toplumsal muhalefetin ötesinde, toplumu tümden disiplin altına almayı hedefleyen ve bu minvalde giderek polis devleti haline dönüşen bir otoriterizm ve ekonomik baskının belirleyiciliğindeki bir emek piyasası.
Saldırgan dış politika, otoriter iç yapılanma ve emeğin baskılanması aslında Türkiye’yi devrimci siyaset açısından bir tür “Leninist moment” içerisine sokmaktadır. Leninist momenti, emeğin sınıfsal hak taleplerinin, barış ve demokrasi talepleri ile iç içe geçerek siyasallaşmasının ve bu minvalde siyasal bir emek hareketinin yaratılmasının olanak ve potansiyellerinin belirdiği bir konjonktür olarak tarif ediyoruz. Dönem farklı, işçi sınıfının sınıf olma özelliklerini belirleyen yapısal durum çok farklı vs. Bunları unutmadan, ama içinde bulunduğumuz dünya-tarihsel konjonktürde emperyalist müdahalelerin ve otoriterleşmenin ağırlık kazandığı, Türkiye’de de bunun özgün bir halinin vücut bulduğu analizinden hareketle, anti-otoriterizmi, demokrasi ve barış talebini orta sınıfların lügatçesinden kurtarmak ve inşa edilecek bir emek hareketinin mayasına katmak sosyalistlerin önündeki en belirleyici görev olarak duruyor.
Bu anlamda, Türkiye solu açısından esas sorunun, sınıfsal taleplerle siyasal talepler arasında kurduğu bariyer olduğunu söylemek mümkün. Sosyal, sınıfsal hak taleplerini “mahallede, dernekte, sendikada” dillendirip, iş siyasete geldiğinde kamuoyunun değişen hassasiyetlerini merkez alan tutumlar sergilemek Türkiye sosyalist solunun temel handikapı durumunda. Tüm sol politik örgütlenmeler siyasal olanı farklı, toplumsal-sınıfsal olanı farklı düşündükleri ve öyle örgütledikleri için, bilindik AKP karşıtlığı kapanı içerisinde debelenip durmanın ötesine geçemiyorlar. Bu anlamda Türkiye sosyalist solu, AKP’nin pozisyonel siyasetinin belirlediği alan içerisinde kalıyor ve bu alan içinde kalan diğer aktörlerin taktikleri ile yetinmeyi siyaset olarak yüceltiyor. Ya CHP içerisindeki “sol” kanatla (!?) ya da ulusalcı kanatla ortak arayışlar, paralellikler içerisinde olarak, bu paralellikleri adeta yoklayarak, “toplumsal içeriği olmayan demokratlıklar” veya “ulusalcı olmayan ulusalcılıklar” icat etmeye çalışılıyor.
Oysa devrimci hareketin ve sosyalist siyasetin neoliberal otoriterizm döneminde kendi özgün karakterini kazanmasının ve yeniden ağırlığı olan bir siyasal odak haline gelmesinin tam da bu handikapı aşmasına bağlı olduğu giderek daha da açıklık kazanıyor.
Lenin okumak gerekiyor. Bir daha ve yeni bir merakla…