Yıllardır özelleştirme ve taşeronlaştırma karşısında sosyalistlerin dile getirdikleri tezlerin bu şekilde doğrulanması elbette çok acı. Özelleştirmeyi “ekonomik rasyonalizasyon”, taşeronlaştırmayı “istihdam sağlama” olarak anlayan herkes bugün için ya vicdan yoksunudur ya da açık sınıf tavrı alıyordur. (Aslına bakılırsa ikisi arasında pek de bir fark yoktur). Zira katil açığa çıkmıştır. Soma’daki işçilerin şimdiye kadar anlattıkları ve bundan sonra anlatacakları daha da açığa çıkaracaktır bunu. Özelleştirme ve taşeronlaştırmaya dayalı sermaye düzeninin esas katil olduğu o denli aşikârdır ki artık, sıfatı başbakan olan o insan müsveddesi bu düzeni korumaya, kurtarmaya çalışan bir kukladan öte bir şey değildir aslında. Zavallıdır, ahlâken ve vicdanen bitiktir. Bu elbette güçsüz olduğu anlamına gelmez. Ama gücünün giderek daha fazla zor kullanımına bağlı olacağı anlamına gelir. Bunu da hakkıyla, hatta Soma’da gördüğümüz gibi şahsen yapıyor.
Taşeronlaştırma, günümüz sermaye sistemi ile AKP otoriterizmi arasındaki kritik ilişkiyi oluşturuyor. Sermayenin her düzeyi bu sistemden nemalanıyor. Salt artı-değer sömürüsü bâbında değil: Taşeronlaştırma çalışma düzeninin bir bütün olarak dibe çekiyor. AKP de oy tabanı olarak kendisini, işçi sınıfı içerisinde yaratılan bu yarılmanın üzerine oturtuyor. 1990’larda tarım tasfiye edilirken sistemin koruyucuları “ortaya çıkan işsizler ordusunu nasıl massedeceğiz” diye kara kara düşünüyorlardı. AKP iktidarı bu soruna Türkiye’yi bir taşeron cennetine çevirerek cevap verdi. Böylelikle hem tarımdan tasfiye edilen kesimlerin oluşturacakları “toplumsal tehlikenin” önüne geçildi, hem sermayeye ucuz emek sağlandı, hem de sistemin restorasyonunu sağlayan parti olarak AKP’ye ciddi bir oy tabanı yaratıldı. Havuç-sopa usulü üzerinden gerçekleşti bu: İnsanlar bazen iş bulabilmelerini AKP’ye yordular, bazen iş bulabilmek için AKP şemsiyesi altına girdiler, bazen de o işi kaybetmemek için AKP tarafından açıkça tehdit edildiler. Çoğu zaman bunların hepsi aynı anda oldu ve böylelikle beş paraya çalışmak ve susmak durumunda kalan bir işçi sınıfı kesimi yaratıldı. Şairin dediği gibi: bilmezlikten değil fukaralıktan…
Kısacası sermaye diktası ile AKP’nin diktası birbirine paralel gelişti. Bu nedenledir ki taşeron sistemi Türkiye’de bir rejim sorunudur da. AKP’nin de iyi bir temsilcisi olduğu günümüz otoriter popülizmlerinin ortak özellikleri çeşitli mekanizmalar üzerinden %50’lik bir sessiz çoğunluğu oy tabanı haline getirebilmeleridir. Hiç kendimizi kandırmayalım. Bu mekanizmalara müdahil olmadan bu rejimleri sarsmanın, durdurmanın, geriletmenin imkânı yoktur. Sağ kalan işçilerin beyanlarında ne kadar çok “borç” vurgusu var, dikkatinizi çekti mi? “Borçlanma-cehennem ıstırabı bir işe mahkûm olma-borçlanma” sarmalı içerisinde giderek güçsüzleşen ve yalnızlaşan işçileri sermaye karşısında muktedir kılmayı programatik bir hat olarak belirleyecek bir siyasal ve toplumsal muhalefet, AKP otoriterizminin önünde de en büyük tehdit olacaktır. AKP’nin devamlı suretle oynadığı kültürel kartı, masada “pişti” diyerek suratlarına çalabilmek buradan geçer. Kolay değildir, ama “gerçek” ve “gerçekçi” devrimci yol budur.
“Kapitalizmi eleştirmeyen faşizm hakkında sussun” demişti Horkheimer. Uyarlayarak söyleyelim biz de: “Taşeronlaştırmayı eleştirmeyen AKP otoriterizmi hakkında sussun.”
Sosyalistler olarak, Türkiye’deki egemen bloklar arasında süregiden savaşa eklemlenmek durumunda değiliz. Kendi cephelerimizi artık açmak zorundayız. Memlekette özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarına karşı birleşik bir muhalefeti örgütlemek bu cephelerden en önemlisi olacaktır. Soma herkesi göreve çağırıyorsa, sosyalistlere bu görevden düşen pay da budur.