Her şey yakın zamanlarda kaybettiğimiz rahmetli Marquez’in “Kırmızı Pazartesi” romanındaki gibi. Katliamın gelişi her gün yaşanan iş cinayetlerinden belli. Çalışma yaşamının her hücresine yaygınlaştırılan taşeron uygulamalarından belli. Kamuya ait bütün iktisadi teşebbüslerin yıllar içinde haraç mezat satışından belli. Sağlığın, eğitimin, ulaşımın özelleştirilmesinden belli. İş kanunlarının, işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarının işverenler lehine sürekli ve yeniden düzenlenmesinden belli. Sendikalar kanunun işverenler lehine düzenlenmesinden belli. Otuzun altında işçi çalıştıran iş yerlerinde çalışan işçiler için sendikal tazminat hakkının kaldırılmasından belli. Çoğu sendikayı toplu sözleşme hakkından mahrum bırakan iş kolu barajlarından belli. Toplu sözleşme düzenini işverene göre hazırlayıp işverenin sudan bahanelerle yaptığı itirazlarla toplu sözleşme yapmanın imkânsız hale geldiği süreçlerden belli. Kayıt dışı çalışmanın, esnek çalışmanın, kalite çemberlerinin, performansa dayalı çalışmanın, rekabetle çalışmanın her yolla dayatılmasından ve teşvik edilmesinden belli. Yasaların artık işçileri değil iş yerlerini korumasından belli. Doğanın ve insanın sınırsız, sorumsuz, acımasız ve ahlaksızca sömürülmesinden belli. İnsanının insanı sömürmesindeki o büyük hırsızlığı gözden ırak kılmak için her an başvurulan milyonlarca yalandan belli. Ey özel mülkiyet düzenin savunucuları! Hepiniz şerefsiz ve üçkağıtçısınız. Hepiniz katil ve cinayetin ortağısınız.
Son sendikalar kanununun çıkışında etkili olan kurum ve kuruluşlara bakınca kimleri görüyoruz; TOBB, MÜSİAD, TUSKON. Kim bunlar peki? Küçük ve orta boy işletmeler. Eskilerini kim yapıyordu? TÜSİAD ve Türkiye İşverenler Sendikası gibi kurumlar. 12 Eylül darbesi sonrası konuşan İşverenler sendikası temsilcisinin meşhur ifadesiyle “artık işverenler gülecek”. Sahiden öyle oldu, olmaya da devam ediyor. İşçiler sömürülüyor, yok sayılıyor ve ölüyor. Onlar ve işbirlikçileri sinsice üzgün görünmeye çalışıyorlar. Beş yıldızlı otellerde “iş gücü maliyetlerini azaltma stratejileri” başlıklı konferansları ve sempozyumları düzenleyenler kimlerdi? İşveren Örgütleri ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı.
CHP’li Özgür Özel’in mecliste baretini sallayarak yaptığı konuşmayı dinlemiştik. Soma için verdiği önergenin kabul edilmesi için çırpınıyordu. Samimiydi. Ama reddedildi. Pekala, aynı samimiyeti CHP belediyelerindeki temizlik ve diğer taşeronların kaldırılması için gösteremez mi? Kılıçdaroğlu daha önce “kaldıracağız” dediği taşeron konusunda sonrasında neden sustuğunu, CHP belediyelerinde taşeronun neden sürdürüldüğünü açıklamalıdır. CHP’li Çankaya Belediyesi önünde yüz günden fazladır tek başına direnen ancak halen muhatap bulamayan taşeron güvenlik işçisi Ömür Tekin’in sırf sendikaya üye oldu diye işten atılmış olmasına neden ses çıkarmıyorlar? Yine Genel-iş, sendikamızın örgütlü olduğu bu belediyelerde taşeron temizlik işçilerini sendikasına üye yapmak için neden varını yoğunu ortaya koymadığını kamuoyuna izah etmelidir.
Türkiye Maden-İş Sendikası’nın katliamdaki sorumluluğu AKP’den az mıdır? İşçilerin her birinin en az her ay yüz para ödediği bu sendika işçilere ara sıra gömlek ve ayakkabı dağıtmak dışında ne türden bir etkinliğe sahiptir. Şimdiki durumunu bilmemekle birlikte genel başkanı bir yerlerden tanıyoruz. Genel Başkanın geçmişi işçilerin ölümünü engellemiyor ne yazık ki. Söz konusu sendikanın son seçimini anlatan işçiler “biz işe ocağa iniyorduk, inmeden salona çağırdılar. Gittik. Elimize zarflar verdiler. Bunu kutuya atacaksınız dediler. Gittik, attık, kim seçildiğini bilmiyoruz. Tanımıyoruz. Çünkü hiç ocakta görmüyoruz, işverenin istemediği adamlar zaten seçilemez” diyorlar. Sendika başkanı televizyonlara verdiği beyanatta kabahatin buraları özelleştirenlerde olduğunu söylüyor. Ne kadar haklı değil mi? Peki buralar özelleştirilirken sen nerelerdeydin? Neydi itirazın ve bu itirazına dair kararlılığın? Hadi buralar özelleştirildi. Yeni patronlar karşısında iş güvenliği konusunda ya da sendikal haklar konusunda verdiğin mücadele nerede? İşçileri bu koşullarda çalışmaya itiraz edecekleri eylemlere neden hazırlamadınız? Türk-iş genel sekreteri ve Türk-Metal Başkanı Kavlak, mücadeleci sendikacı edasıyla konuşuyor katliamdan bu yana. Metal iş kolunun yıllardır gangster sendikacılıkla işçileri işverenlerle birlikte inim inim inleten, sıfır zamlı toplu sözleşmeleri yıllar boyunca işçileri tehdit ederek kabule zorlayan, özel sektördeki taşeronlaştırma uygulamalarının çözüm ortağı kendileri değilmiş gibi pişkince konuşabiliyorlar. Sendikalarından ayrılmak isteyen işçileri tehdit eden, yaralayan, akrabalarını işten atmakla tehdit eden bu çakal sendikacı takımı şimdi ekranlarda timsah gözyaşları döküp, işçilerin öfkesinden kendilerini saklamaya çalışıyorlar. Kaçamazlar, kurtulamazlar. Ölen 301 işçi bir daha hiç kimse sermayenin kâr dişlilerine takılarak ölmesin diye yer altına indiler. Ölen 301 işçi kardeşimiz “müzakere değil, mücadele için” demek uğruna birbirlerine sarılarak hayata tutunmanın son yolunu gösterdiler. Çalışarak yaşamak mümkün değilse, savaşarak ölmek farzdır dediler hepimize. “Yer altı insan soluğuyla ayakta kalır” demişti Somalı bir maden işçisi. Yer altına soluk verenler, solukları kesilirken ses verdiler hepimize son kez. Ne dediler: Çalışma şartları kötü, bankalara on yıllar varan borçlar var, ücretler tüm dünyadaki maden işçilerinin ücretlerinin ancak onda biri, iş güvenliği yok, eğitim yok, iş sağlığı uygulamaları gevşek, “dayıbaşı (ekipbaşı) – patron –devlet” üçlüsü tehlikeli, sendikanın işçilik gerçekliğiyle herhangi bir ilgisi yok.
Ekonomi ile politika arasında varsayılan bağlantısızlık en büyük yalandır. Hukukun bağımsızlığı en büyük yalandır. Taşeron emeğe dayanarak büyüyen sermaye bu büyümenin teminatını devletten ve hukuktan alıyor. Emekçilerin öfkesinin yoğunlaştığı dönemlerde ise devlet ile sermaye karşı karşıya geliyor ve paçayı kurtarmak için birbirlerine düşüp, işbirliğini gevşetiyorlar. Burada kritik olan, emekçilerin devlet ile sermaye ikilemine kapılmadan, emek ile sermaye karşıtlığı üzerinden hareket etmesinin sağlanması ve özellikle devletin bu karşıtlıktaki işlevinin gün yüzüne çıkarabilmesidir.
Ülkemizde siyasal-ekonomik ilişkilerin en temel dinamiği taşeronlaştırmadır. Bugünkü sermaye birikim rejimi bunun üzerine yükseliyor. Bu dinamiğin kırılması sistemin kırılması gibi bir nitelik taşımaktadır. Bunu kırabilmek kuşkusuz ki politik bir merkezi yönelimle mümkündür. Böylesi dönemlerde ortaya konulacak kitlesel grevler, bir bölgedeki emekçileri diğer bölgelerdeki emekçilerle buluşturacak “taşerona ve güvencesizliğe son” gibi ortak talepler üzerinden geliştirilecek eylemler ülke ve dünya ölçeğindeki sınıf hareketi açısından da kurucu niteliktedir.
Taşeronlaştırmanın ve sömürü politikasının kırılmasında acil görev sendikal bürokrasiyi kırmak, işçilerin söz ve karar süreçlerine dayanan, mücadeleci, kitlesel yeni sınıf sendikalarının kuruluş süreçlerini olgunlaştırmaktır. Soma havzasındaki işçilerin yaslı ve dağınık tepkilerinin koşarak varması gereken gerçek zemin burasıdır. Yoksa şehitlik tanımının genişletilmesi ve oluşturulan kampanyalarla ölümü adeta kıymetli hale getiren, “öldüler ama yakınlarını ihya ettiler” gibi vicdansız bir bilincin propagandası atlan alta yaygınlaştırılıp işçiler arasındaki ortaklaşmacı, kardeşleşen tutumları çürütebilecektir.
Son olarak gericiliğin kaynağını devlet ve sermayede değil de işçiler arasında arayan zavallı politik tutumları Soma örneği üzerinden lanetlemek ve hesaplaşmak şarttır. Emekçilerin mecbur kılındıkları düzen içi siyasal tutumları üzerinden zihin testine tabi tutan, katledilerek ölmelerini bile yüksek sınıf aşağılayıcılığıyla, değerlendiren, ırkçı, elit, yazar takımının gerçek yaşam alanı lağımlar olmalıdır. Sol içinden mesafeli tutumlarla halkımızın yüksek ilgisine mahzar olacağını düşünen kafaların en son varacağı yer korkaklık ve teslimiyet çizgisidir. İnsanlar kuşatılmışken, kuşatmanın yarılmasını düşünen soldandır, kaçan değil. Eğilerek ve yalvararak adalet aranmaz.