İçinden geçmekte olduğumuz devlet-siyaset krizi, önümüzdeki üç seçim sonucunda ortaya çıkacak tablo bağlamında çözülecek. Çok değil, bundan on yıl sonra yazılacak olan “Modern Türkiye Tarihi” kitapları 2008-2015 arasını “geçiş dönemi” olarak nitelendirecekler. Eski rejimin yıkılması (2008-2010) – İç mücadele dönemi (2010-2015) – Yeni rejimin kurumsallaşması (2015) alt başlıkları ile. Yaşayacağımız üç seçimi belirleyecek olan üst bağlam bu.
Sosyalist sol bu alt başlıklardan ilkini kendi krizi olarak da yaşadı. 80 ve 90’lar boyunca serpilen sol liberal pozisyonun bu dönemde sosyalist soldan bir kopuş hattına girmesinin yarattığı etki kendi cürmünden daha büyük oldu. Burada hiçbir örgütün, “ben kendi içimde böyle bir sorun yaşamadım” deme lüksü de yok. Zira sol liberal kopuş tek tek örgütlerden ziyade, solu bir bütün olarak memleket sathında etkiledi ve itibarsızlaştırdı. Ortaya çıkardığı ideolojik etki, sosyalist solun 1980 sonrasındaki günahlarının semptomatik bir sonucu oldu.
İçinde bulunduğumuz ikinci dönem içerisinde ne yapmalı? El-cevap: Akabinde gelecek üçüncü dönemin ortaya çıkaracaklarını hesaba katmalı ve ona göre pozisyon almalı. Günbegün yaşadığımız Titanlar Savaşının neyle sonuçlanacağı elbette önemli. Ama bu savaş sırasında yaşananlardan şu sonucu çıkarmak için âlim olmaya gerek yok: Siyasal yapılanma olarak daha otoriter bir Türkiye ortaya çıkacak. Titanlar şu anda bu otoriterizmin hangi biçimde olacağı konusunda bir savaş veriyorlar: AKP’nin parti-devlet modeli mi yoksa Cemaatin cemaat-devlet modeli mi? İlki, özellikle 2010’dan itibaren yaşadığımız sürecin daha da derinleşmesi anlamına gelecek. İkincisi ise Cemaatin giderek bir “üst devlet aklı” pozisyonuna oturması. Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu ile ilgili olduğu oranda, küresel güçlerin bu mücadeledeki rolü de daha belirgin ve belirleyici olacak.
Sözün kısası, önümüzdeki dönem Türkiye’nin yeni otoriter kurumsallaşması siyasetin ana gündemi olacak. İç siyasal dengelerden sermaye içi çatışmalara; bölge dengelerinden Kürt sorununa kadar bir dizi meseleyi karmaşık bir şekilde birbirine eklemleyecek olan bir gündem olacak bu.
Böylesi bir süreçte sosyalistler açısından çok rahat ve kestirme çözümlerin ortaya çıkacağını söylemek zor. Neticede siyaset, bir önceki dönemde biriktirdiğiniz yığınak ölçüsünde ve doğrultusunda sonuç veren bir mekanizma. Bizlerin bir önceki dönemde çok sağlam yığınaklar yaptığını söylemek de maalesef pek mümkün değil.
Fakat doğru adımlar attığımız oranda, içinden geçmekte olduğumuz kriz ve bunalım dönemini sosyalist sol açısından bir temel atma ve inşaya başlama süreci olarak değerlendirebiliriz. Bu temeli atmak için iki temel kazık çakmalıyız.
Bir: Daha önce düştüğümüz temel hataya bir kez daha düşmemeli ve neoliberal dönem otoriterizminin geniş bir popüler zemin üzerine kurulduğunu unutmamalıyız. Otoriter neoliberalizmin, Brezilya’dan Türkiye’ye, Rusya’dan Macaristan’a kadar birçok yerde, işçi sınıfını parçalayan, güçsüzleştiren ve en nihayetinde onu “sağ” veya “sol” bir popülist bir partinin pasif kitle tabanı haline getiren bir süreç olduğu tespitinden hareket etmeliyiz. Bu, elbette siyaset üretmek için fazlasıyla üst düzey bir belirleme. Elbette bu süreç her yerde farklı siyasal şekillenişler üzerinden maddileşiyor ve siyaset çoğunlukla bu farklı maddileşmeler üzerinden eksen(ler) kazanıyor. Bu boyutları dikkate almaksızın elbette siyaset yapamayız. Fakat otoriter popülist siyasetlere kitle tabanı haline gelen proleter zemin hedef alınmadıkça bu yönelimle baş edebilecek kolay ve kestirme çözümlerin olmadığını da siyasal aklımıza mıh gibi çakmalıyız. Bu zeminde bir sınıf mobilizasyonu yaratmayı hedeflemediğimiz müddetçe en fazla elde edebileceğimiz, “saat 10’dan sonra da içki satın alabileceğimiz” bir sistem. Yeterli geliyorsa yapacak bir şey yok.
Siyaset üretirken otoriterizmin bu toplumsal boyutunu dikkate almayan, onu neredeyse sosyolojik bir sabit olarak değerlendirip, siyasal ajandasına yazmayan “bir tür yeni muhalefet”, kıymeti kendinden menkul çevrelerde yeniden dolaşıma sokulabilir. Sol liberalizm ölmedi, mahfillerde yaşıyor..!
İki: İlk çağrıyı tek başına bıraktığımızda sonuç son derece apolitik bir “alancılık” olacaktır. Bu elbette kabul edilemez. Gerek özelde yaşadığımız siyaset ve devlet krizi gerek daha geniş coğrafyalarda (örneğin Akdeniz havzasında) yaşanan kırılmalar siyasal bir çalkantılar döneminde olduğumuza işaret ediyor. Yapılması gereken radikal içerikli toplumsal ve siyasal demokratikleşme taleplerin sözcülüğüne soyunmaktır.
Üstelik Türkiye’de bunun özgün bir zemini de mevcuttur. Zira devletin yasama-yargı-yürütme kutsal üçlüsüne dayanan liberal kurumsallaşmasının berhava olduğu ve oluşacak yeni güç dengesi içerisinde yeniden kurumsallaşacağı bir dönem içerisindeyiz. Böyle bir dönem içerisinde sosyalist sol, toplumsal ve siyasal alanlarda sınıfsal güç ilişkilerini zorlamaya yönelik, bu alanların radikal demokratik bir biçimde yeniden kurulumunun propaganda kürsüsünü inşa edebilir.
Yerel seçimlerde, yerel yönetimlerin sermaye boyunduruğundan kurtarılmasına ve demokratikleşmesine yönelik 10 temel talep..!
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde siyasal-sınıfsal güç dengelerinin, yani devlet iktidarının otoriter yapılanmasını hedefleyen 10 temel talep..!
Genel seçimlerde ekonomik-sınıfsal güç dengelerini dönüştürmeye yönelik 10 temel talep..!
Seçim sonrasında muhtemel yeni anayasa gündeminde, bu taleplerin organik bir bileşiminin kürsüsünü örgütlemek..!
Gezi’nin biçimsel olarak ortaya koyduğu türden, burjuva siyaset mekanizmalarını paralize etmeye yönelik yapıların bu süreçte inşa edilmesi..!
Sosyalistler Gezi’yi yaratmadı. Fakat onu seçim sandıklarına gömmeyerek, hakkını vermekle yükümlü olduklarını da kimse inkâr edemez.