Çok uzun sözlerden ziyade, sadeliğe ve netliğe ihtiyacımız var:
1- İktidar bloğunun ve egemen güçlerin durumu şöyle özetleyebiliriz:
a- Hükümet krizi: Daha doğrusu hükümet partisi krizi. Erdoğan’ın dün itibariyle kurduğu “savaş hükümeti” meşruiyeti en baştan sakattır. Giderek de kaybolacaktır. Bu süreci AKP’nin çözülmesinin izlemesi kuvvetle muhtemeldir.
b- Devlet krizi: Yargı içi, yargı-emniyet arası gerilimin geldiği nokta itibariyle krizin bir devlet krizine dönüştüğü tespiti yapılabilir. AKP’nin bu krizi çözmek için gireceği yönelim devletin otoriter yapısını daha da tahkim etmek olacaktır.
c- Mesele sadece ulusal sınırlarımız içerisinde geçen bir iktidar mücadelesi değildir. Erdoğan-Davutoğlu çizgisinin Türkiye’yi bölgesel bir “serseri devlete” dönüştürme potansiyeli taşıyan siyasaları karşısında, ABD ve AB’nin net tavrı görülebilmektedir.
d- Türkiye yukarıdaki verilerden oluşan çok katmanlı ve hemen bitmeyecek bir politik kriz sürecine girmiştir. Olası bir ekonomik kriz, politik krizi derinleştireceği gibi, toplumsal alanda ideolojik kırılma ve çatlakların da ortaya çıkmasına neden olacaktır.
e- Ana muhalefet partisi CHP tüm yatırımını “hükümeti her ne pahasına olursa olsun geriletme ve kendisine buradan yer açma” stratejisi üzerine kurmuştur. Bu noktada Cemaat ve ABD ile temas kurabilmiş olmanın rahatlığı içerisindedir. Fakat öte yandan “erken seçim istiyor musunuz?” sorusuna “iktidar partisi isterse biz hayır demeyiz” cevabını verecek kadar ne dediğini ve yaptığını bilmez bir durumdadır (Kemal Kılıçdaroğlu’nun bir TV programında verdiği cevaptır).
2- Sosyalist sol bu tablo karşısında “hükümet istifa” talebinin ötesine geçememektedir. Bu tablo sosyalist, devrimci solu –objektif olarak- “erken seçimci” bir yönelime oturtmaktadır, zira “hükümet istifa”nın arkasından, somut başka bir talep ortada görünmemektedir. Hükümet ve giderek devlet krizinin yaşandığı, üstelik bunun iki İslami-muhafazakâr oluşumun arasında geçtiği bir ortamda sosyalist solun misyonu bununla sınırlanabilir mi? “Hükümet istifanın” arkasını getirmeyen bir sol, sonu –başka bir şey denmediği için- seçime gidecek bir süreçten ne beklemektedir? Önümüzde salt “yolsuzluk ve hırsızlık”ın ötesinde bir tablo olduğu çok açıkken, sol neden sistemik bir talepler dizgesini ortaya atmaktan ve bunun propagandasına soyunmaktan geri durmaktadır?
Önümüzde uzun, çalkantılı bir kriz süreci vardır. Sosyalist sol en baştan “makul” taleplerle kendisini sınırlayamaz. Ortaya atılacak taleplerin bugün yankısı az olsa bile, önümüzdeki bu süreçte giderek daha fazla kesime hitap edebilme ve süreci yönlendirebilme kapasitesi artabilir. Sosyalist sol bu anlayışla “hükümet istifa”nın ötesinde, devlet krizini ve olası bir ekonomik krizi de karşılayan bir talepler dizgesini hemen bugünden ortaya atmak durumundadır. Bu minvalde, geliştirilmek üzere, şunlar düşünülebilir:
a- Kurucu meclis ve yeni anayasa: Muktedirler arasındaki çarpışmanın sandığa yönlendirilmesi, meselenin yeniden muktedirler katına havale edilmesi anlamına gelecektir. Elbette “Hükümet istifa!” Ama arkasından hemen eklemek kaydıyla “Kurucu Meclis ve yeni anayasa!” Muktedirler arasındaki savaş, 2008 sonrasında oluşan yeni güç dengelerinin kurumsallaşmasına yöneliktir. Taraflar savaşacak, kazanan kazanacak, arkasından da yine meclisin kapalı kapıları ardında toplanan parti temsilcileri yeni anayasa işine soyunacaktır. Bu, çürümüşlüğü son günlerde yaşadıklarımızla iyiden iyiye ayyuka çıkan devlet iktidarının reorganizasyonunun yeni bir otoriterizm zemininde gerçekleştirilmesi anlamına gelecektir. Bunun karşısında radikal bir biçimde katılımcı, demokratik, halk inisiyatifi ve mobilizasyonu üzerine inşa edilecek, amasız-fakatsız ve barajsız bir kurucu meclis talebinin sözcülüğüne soyunmak gerekir.
b- Rant ve çimento ekonomisine son! Ekolojik ve ekonomik mağduriyetler giderilsin!: Ortaya çıkan skandalı “yolsuzluk ve hırsızlık” boyutuna indirgemekle yetinemeyiz. Yolsuzluk ve hırsızlık elbette önemli bir propagandif ögedir, fakat AKP hükümetinin rant ve çimentoya dayalı sermaye birikim rejimi tercihinin üzerindeki sostur. Tüm kentsel dönüşüm projelerinin durdurulmasına; 3. köprü, yeni havaalanı gibi büyük kamu yatırımlarının karar mekanizmalarının demokratikleştirilmesine; barınma hakkı açısından mağduriyet yaşayanların bu mağduriyetlerinin giderilmesine ve bu süreçte ortaya çıkan ekolojik zararın giderilmesine yönelik somut adımların atılmasına yönelik taleplerle rant ve çimento ekonomisine karşı açık cephe açmalıyız.
Bu talepler elbette hem derinleştirilebilir hem çoğaltılabilir. Örneğin, şu an için yoğun işten çıkarmaların olmadığı bir dönemde olsak da, siyasi krizin tetikleyebileceği veya –bir müddettir beklendiği üzere- FED kararlarına bağlı olarak ortaya çıkabilecek ekonomik bir kriz karşısında işten çıkarmaların ve emekçileri sermayenin disiplinine mahkûm bırakan taşeron sisteminin yasaklanması talebini heybemizin bir köşesine şimdiden koymayı düşünebiliriz.
Önemli olan sosyalist solun çubuğu bu türden bir siyasal pozisyona bükmesi ve Türkiye’nin aşağı yukarı önümüzdeki bir senesine damgasını vuracak siyasal kriz döneminde, Gezi’nin örtük kalmış tüm potansiyellerinin sözcüsü olmaya cüret etmesidir.