25 Ekim günü hem Cengiz Çandar’ın hem de Fehmi Koru’nun doğal olarak çok farklı değerlendirmelerle köşelerine taşıdıkları “Retorikten Gerçeğe: ABD’nin Türkiye Siyasetini Yeniden Çerçevelendirmek” başlıklı rapor, küçük ölçekli kimi tartışmalar yarattıktan sonra son dönemde ABD mahreçli RTE eleştirilerinden biri olarak kodlandı ve arşivlere kaldırıldı. Fehmi Koru’nun yazısında belirtildiği gibi, daha ziyade Beyaz Saray’ın güncel Orta Doğu politikasını etkilemeyi amaçladığı anlaşılan bu çalışma, AKP iktidarı altındaki on yıla dair ABD’nin algısını anlamak açısından kimi veriler sunuyor ve bu yüzden kısa bir değerlendirmeyi hak ediyor. Ayrıca biraz daha spekülatif olmakla birlikte bundan sonraki siyasi sürece dair de kimi ipuçları bulunabilir.
Türkiye’de görev yapmış biri Demokrat diğeri Cumhuriyetçi iki eski büyükelçinin, Abramowitz ve Edelman’ın imzasını taşıyan rapor, Türkiye’nin eskinin dış yardıma muhtaç ülkesi olmadığı tespitiyle başlıyor. ABD’nin, Türkiye’nin sadece Orta Doğu politikasındaki yararlılığına odaklanan Türkiye yaklaşımını yetersiz bulan yazarlar, son dönemde bu ilişkiden beklediği faydayı göremeyen ABD dış politika yürütücülerinin bu noktada hala Türkiye’ye dair eski söylemi devam ettirdiklerini ama fiilen ilişki düzeyinin olması gerekenin iyice altına düştüğü tespitinde bulunuyorlar. Oysa ki, yazarlara göre, ABD, Türkiye’nin Orta Doğu politikasında mühim bir “partner” olmasına yol açan iç dinamiklerinin korunmasını sağlayacak bir biçimde Türkiye’ye müdahil olmalı ve bunu yaparsa çok daha iyi sonuç alması mümkün. İki eski büyükelçiye göre bu dinamiklerin temeli Türkiye’nin İslami geleneğiyle, iktisadi dinamizmini ve seküler demokratik idare anlayışı ile kaynaştırabilmesinde yatıyor. Rapor “eski Türkiye’nin”, Soğuk Savaş sonrası konjonktüründe ABD dış politikasının uygun görünmeyen bir özelliğine de göndermede bulunuyor: Orta Doğu’daki komşularıyla hemhal olmaktan bilinçli bir biçimde imtina eden Türkiye’nin, özellikle 11 Eylül sonrası Amerikan çıkarlarıyla uyuşmadığı bu noktada açıklık kazanıyor. Bu bağlamda rapor 1 Mart tezkeresinin TBMM’de takılmasını da hatırlatıyor. Kısacası ABD Türkiye’den Orta Doğu’da faydalı bir partner olabilmesi için hem seküler demokratik, hem de islami geleneğe saygılı olmasını bekliyor.
Ancak anlaşılan o ki iki büyükelçi gerek Davutoğlu komutasındaki son dönem dış politikasını gerekse Gezi olaylarında iyice açığa çıkan Erdoğan’ın otoriterliğini bu açıdan sıkıntılı buluyor. Rapor Davutoğlu dönemini iki dönemde ele alıyor. İlk dönem “Sıfır Sorun” politikası dönemi, ikincisi ise mezhepçi dönem. Büyükelçiler ilk dönemi bölgedeki diktatörlüklere koşulsuz destek vermesi dolayısıyla olumsuz değerlendiriyor. İkinci dönemi ise Orta Doğu’da basitçe bir Sünni blok var olmadığını anlamaktan aciz cehaletinden dolayı hiç de kibarca sayılamayacak ifadelerle eleştiriyorlar. Seküler siyasi eğilimlerin, Suudi Arabistan destekli selefiliğin, Müslüman Kardeşlerin ve de El Kaide cihatçılığının bulunduğu bir bölgede tüm siyasi sermayeyi bir nevi küçük kardeş muamelesi yapılan Müslüman Kardeşlere yatıran mezhepçi dış siyaset ağır biçimde eleştiriliyor ve Suriye ile Mısır’daki siyasi gelişmelerin sonucunda bu politikanın çıkmaza girdiğinin altı çiziliyor. Doğal olarak Suriye’de cihatçı gruplara karşı yumuşak davranılmasının da altı çiziliyor ve eleştiriliyor ama bu çok da temel bir nokta olarak ortaya konmuyor. Erdoğan’ın otoriterliğine dair tespitler de raporda yer alıyor ve Türkiye’nin demokratik idare geleneğinden uzaklaşmasının tehlikesine dikkat çekiliyor. Bu noktada özellikle başbakana yönelik eleştiriler özellikle ağır. Otoriter ve çatışmacı tutumunun ülke içinde iki farklı biçimde yorumlandığına dikkat çekiliyor. Bunlardan biri siyasi taktik olarak bu yönteme başvurup kendi tabanını konsolide etmeye çalıştığı yönünde. Dolayısıyla siyasi gereklilikler değişirse pekâlâ daha özgürlükçü bir tutumu benimseyebileceğini savlıyor. Diğeri ise -ki büyükelçiler bunun daha gerçekçi göründüğünü düşünüyorlar- etrafı bütünüyle yalakalarla çevrilmiş başbakanın on yıllık iktidar sarhoşluğunun da etkisiyle giderek daha “narsist”, “paranoyak” ve kibirli davrandığı yönünde. Yazarlar bu karakter özelliklerinin patolojik olduğunu özellikle belirtiyor.
Rapor, Beyaz Saray yetkililerinin retoriği bırakıp Türkiye’nin ABD ile uyumlu olmayan eğilimlerini ve demokrasi açığını daha doğrudan eleştirmesi gerektiğini belirtiyor. Gezi’de ortaya çıkan yeni sivil toplum aktörleri ile iletişime geçilmesi gerektiğini tavsiye ediyor. Bu bağlamda Türkiye’deki diplomatik personelin toplumun her kesimiyle daha yoğun mesai yapması gerektiği belirtiliyor ve AKP’nin artık yenilmez gözükmediğinin altı çiziliyor. Bunlar gelecek açısından ilginç tespitler. Raporun Gül’den bahsettiği bir iki cümlenin olumlu olduğunun da altını çizmek gerekir. AKP’nin son dönemdeki en büyük başarısı olarak çözüm süreci gösteriliyor ve burada hedeften sapmanın çok vahim sonuçları olacağı belirtiliyor. CHP’den ve son dönemde gerçekleştirmeye çalıştıkları dış politika hamlesinden hiç bahsedilmediğini de söyleyelim.
Sonuçta Obama yönetimini RTE’ye karşı daha doğrudan bir pozisyona sevk etmeyi hedefleyen bu çalışma ABD’nin iki binler Türkiye’sine bakışına dair ilginç tespitler içeriyor. Gene de bu raporun yazılma ihtiyacı duyulmuş olması bile Beyaz Saray nezdinde AKP’nin hala mühim bir aktör olduğunu da gösteriyor. Orta Doğu’ya bigâne bir Türkiye’nin artık emperyalist merkez tarafından istenmediği açık. Zaten CHP’de kendisini bir iktidar namzedi olarak gösterebilmek için tam da hükümetin çıkmaza girdiği iki ülkeye Mısır’a ve Suriye’ye gitti. Anlaşıldığı kadarıyla şimdilerde de bir Beyaz Saray görüşmesi ayarlamaya çalışıyorlar.
Sermaye iktidarına tokat atmak için ABD ile AKP’nin arasının açılmasını kolluyor değiliz. Bununla birlikte egemenler arası her çatlak analize değer bir konudur. Öyle görünüyor ki sermayenin gerek yerli gerek küresel ihtiyaçları doğrultusunda Orta Doğu’da daha aktif bir siyaset izlemeye başlayan AKP gücünü abarttıkça kendisine çizilen oyun sahasının dışını hayal etmeye başladı ve arka arkaya kimi mühim hatalar yapıldı. Bugün için hem sahadaki durum, hem de bu rapor bu hataların bedelinin ödenme vaktinin yaklaşmakta olduğunu gösteriyor.