Nasuh Abi’yi dişlerimizi ve yumruklarımızı sıkarak yıldızlara uğurlamadan onu bilebildiğim, tanıdığım, paylaştığım kadarıyla anlatmaya çalışacağım. Bir devrimci önder olarak onun kişisel tarihi aynı zamanda yaşadığı dönemin ülke siyasal tarihinin izdüşümünü verir. Ancak burada ülke tarihini yazmaktan ziyade, onun görece bir mesafede bizim yaşadığımız güncel tarihe dair vurgularını yansıtmaya çalışacağım.
1990’lar umutsuzlukla umudu birlikte mayalayan yıllardı. 12 Eylül yenilgisinin ağır travması üstüne sosyalist sistemin çözülüşü, Irak’a ABD müdahalesi ile çakışıyordu. Genelde Türkiye devrimci hareketinin, özelde de Devrimci Yol hareketinin ardılları olarak toparlanma, ayağa kalkma, var olduğumuzu kanıtlamaya çalıştığımız yıllardı da aynı zamanda. Başta İstanbul olmak üzere yurdun her yanında Devrimci Yol’un fikren ve duygusal olarak etkilediği binlerce genç bu toparlanma arayışının zeminine aktı. Bu arayışların somut ilişkisel örgütsel bir çerçevede karşılık bulması “Devrimciler Süreci” olarak adlandırılan yeni bir devrimci hareket yaratma zemini oldu. Cuntanın ardılı Özal Diktasına karşı demokrasi talepleri etrafında militan bir sokak çizgisi ve 89 İşçi Baharı’nın taşıyıcı işçi örgütlenmeleri içinden filizlenen işçi devrimciliğinin özgün bir örtüşmesinin umut verici bileşimi Devrimciler örgütlenmesinde kendi ifadesini bulmuştu. Nasuh Abi’nin adı bizler arasında ilk olarak ona atfedilen bir tespit ile anılmaya başladı: “Bizler bu trenin makinistleriydik ama trenin devrilmesine neden olduk, devrimci hareketin geleceğinde etkin değil yardımcı konumlarda olmamız lazım.” Sonrasında adı Bursa Cezavinden bir firar hazırlığı fısıltısında geçti. Bu fısıltının hepimizde yol açtığı umutlu heyecan bizler gibi genç kadrolar açısından ayrı bir kararlılaşma ve motivasyon kaynağı olmuştu. Binbir emekle hazırlanan tünelin patlaması ve kaçısın boşa düşmesi ile şartlı tahliyelerin başlaması bir birini izledi. Bugün hala eğer o tünelden kaçış mümkün olsaydı Devrimci Yol hareketinin bugüne kadarki kaderinin nasıl bi değişiklik göstereceği üzerine düşünülebilir.
Dünyanın değiştiği, ideolojik sorunun ön anahtar olduğu, var olan toparlanma çabasının belli bir sığlığa sahip olduğu, bu sığlıktan devamla devrimci hareketin geliştirilmesinin mümkün olmadığını, dolayısıyla o güne kadar binbir emekle ve bedelle oluşan devrimci liyakatın dağıtılıp “herkesin eşitlendiği” bir “Tartışma Süreci”nin gerekliliği vaaz edildi. Ve bir cemaat refleksiyle varolan Devrimciler ilişkisi ve onun birikimleri şevkle dağıtılarak, yapan ile yapmayanın eşitliği sağlanmış oldu. Tartışma Sürecine itiraz edip, oyuncağı elinden alınmış çocuklar gibi Devrimciler sürecine ve onun yarattığı büyülü atmosfere sahip çıkmaya çalışırken bir yandan da Nasuh Abi’nin farklı bir şey söyleyip söylemeyeceğini merak ediyorduk. “İşçilerin Sesi” Sefaköy bürosunda gerçekleşen Tartışma Süreci bağlamında bir toplantıya katılacağını öğrenince bir grup arkadaşla kalkıp dinlemeye gittik. Toplantıda büyük anlamlar yüklenip sonrasında tartışmalı biçimde kapanan Mavi Radyo projesi ile yine çok büyük misyonlar yüklenen şimdilerde ise o gün yüklenen anlamların oldukça gerisinde bir profilde faaliyetine devam eden Toplumsal Araştırmalar Vakfı projesi üzerinde bir tartışma yürüdü. Nasuh Abi çok konuşmadı. Bu konuşmama halini biz ayrılırken hayra yormuştuk, “demek ki bir parça farklı düşünüyor” diye. Sonrasında kendisinin Tartışma Süreciyle bağı, Mavi Radyo’da yaşanan sıkıntılar, sürecin divanının oluşumundaki fiililiklere itirazı üzerine nihayetlendi. Adana, İstanbul, Kardeniz, İzmir başta olmak üzere yurdun değişik illerinde Nasuh Abi’nin fikirleri etrafında toplaşmalar oldu. Karadeniz ve İzmir’de bu doğrultu da yerel gazeteler çıkarıldı. “Belgi” adında bir yayınevi kurularak, Devrimci Yol dergilerinin ciltlenerek basılmasına ön ayak olundu.
Benim kişisel olarak Nasuh Mitap ve düşünceleriyle tanışmam da bu sürece tekabül eder. ÖDP projesine ve bir kısım eski yol arkadaşına sert eleştirileri vardı. Bu eleştirilerini hep korudu. Kırklareli’ine yerleşip mandıracılık yapmaya başladığı dönemden sonra da İstanbul’a geldikçe ya da ben dağınık bir periyodla Kırklareli’ine gittikçe geçmiş ve gelecek üzerine onlarca kez oldukça uzun sohbetlerimiz oldu. Bu sohbetlerden aklımda kalan bir kaç vurguyu burada paylaşmak isterim.
12 Eylül öncesi Devrimci Yol’un durumu ile ilgili olarak şunları söylüyordu örneğin: “Nokta operasyonun hemen öncesinde Karadeniz başta olmak üzere yurdun değişik yerlerini dolaştım. Sonrasında Merkez Komite’de yaptığımız tartışmada bizim il – bölge ve genel düzeydeki yönetici kadrolarımızın büyük oranda küçük burjuva kesimlerden geldiğini, değişen sürecin (cuntaya doğru gidiş) ihtiyaç duyduğu ve özünde sınıf savaşımı olacak çatışma sürecinin görevlerini ve gerektirdiği kararlılığı gösteremeyeceklerini, aciliyetle örgütsel yapının tümünde bu yönde bir değişimi gerçekleştirmemiz gerektiğini söyledim. Fakat bu yönde bir değişime adım bile atamamışken Nokta Operasyonu başldı. Risk alıp oradaki ilişkiyi deşifre etmeyi göze alarak telefonla ulaştım. Acilen en hızlı biçimde köylere, dağlara geri çekilin dedim. Bu çatışmayı oradaki ilişki yapısıyla göğüslememiz mümkün değildi.”
Devrimci Yol savunmasına dair eleştirilerime, “Savunma yazılırken ben hücredeydim ve belim kırıktı, o koşullar altında düzeltebileceğim kadar düzelttim ve savunma bugün ne dersek diyelim bizim hepimizin gerçekliği artık” diyerek karşılık verdi.
Devrimci Yol’un tarih tezi üzerine yaptığımız tartışmalarda, “Ben Leninistim, Lenin de Jön Türkler’e ‘Türk Devrimcileri’ der. Dolayısıyla oralarda oluşan saflaşmada biz devamcısı gibi görünüyoruz. Ancak bizler bu tarihsel-sosyolojik sınırları bir parça bozmuştuk Devrimci Yol’la. Zaten Devrimci Yol’u önemli kılan yanı da budur, onu devlet açısından tehlikeli hale getiren de. Biz ilericiliğin toplumsal alanıyla yetinmedik, gericiliğin etki alanını da bölmeye başlayınca sermaye alarm verdi” diyerek fikirlerini özetliyordu.
Özellikle güvencesizleşme ve taşeronlaştırma süreçlerini önemsemek gerektiğini, yoksul köylüler arasında kooperatifler, un fabrikaları vb oluşturmak gerektiğini söylerdi. Umutsen-Güvenliksen’in İstanbul’daki ilk toplantılardan birisine gelmişti. AKP, sermaye ve devletin şimdiki konumlanışı üzerine konuştu. Egenokon’dan yargılananların önemli bir kısmının devrimcilerin katilleri, işkencecileri, 12 Eylül’ün anti-komünist hâkim ve savcıları olduklarını, ancak ABD emperyalizmiyle yeni ilişki zemininin artık AKP üzerinden kurulduğunu, Ergenokoncularla uğraşmanın önemsiz olduğunu, gerçeği kaçırıcı bir yanının olduğunu ve her dönemde devrimcilerin gerçek iktidar ilişkilerinin merkezine yüklenerek yükselebileceğini ifade etti. Bir yandan, aşağıdan AKP’nin dayandığı toplumsal temeli ilişkisel yollardan kuşatırken, diğer yandan onun merkezine her düzeyde saldıracak bir devrimcilik etkinliği üretmenin altını çizmişti. Bunu yaparken de, bugün çok biçimsel ve ürkek ele alındığını düşündüğü anti-emperyalist ve anti-faşist tutumu yeniden toplumsal temelde üretebilenlerin, yeni dönemin devrimci hareketinin yaratılmasında ön alıcı olacaklarını düşündüğünü ifade etti. Kürt Sorunu konusunda ise, Kürt hareketi içerisinde bir kısmını bizzat tanıdığı sosyalistlere, devrimcilere güvendiğini, aldıkları mesafeyi Türkiye devrimi açısından önemli bulduğunu ifade edip, sınıfsal konum ve emperyalizmle ilişkiler üzerinden getirdiği eleştiriyle Devrimci Yol’un genel mesafeli konumunu savunuyordu.
Çalıştığı mandıracılık işiyle ilgili ben takıldıkça “ben öğrenciyken de hep çalıştım, hem de öyle steril işlerde değil, yol yapımında kazma salladım kaç yıl” derdi. “Kimi arkadaşların yazdığı yazıların binlerce sayfasına katılabilirim. Ancak bu katıldığım fikirleri kimlerle hangi tarzda devrimciliğe aktardığın önemlidir. Bu açıdan ise yüzseksen derece uzak dururum, bakarım”
ÖDP’de libarellerle yaşanan kavga ve ayrışma sürecine adı bulaştırılmaya çalışıldı. “Abi bu durum nedir” diye sorduğumda da “Fikren liberallerle küçük bir yakınlığı bile ahlaksızlık sayarım” demişti. Kendisini çok sayıda tanıdık insanın aradığını, “Ufuk’u siliyorlar” dediklerini, kendisinin de arayanlara bu konuda yapacak bir şeyinin ve konumunun olmadığını, silmek isteyenlerin onu yaratanlar olduğunu, “bugün siz silinmesini istemiyorsanız onu koruyan olursunuz, karar sizindir” dediğini aktardı.
Alper Taş’la birlikte, Kadıköy’de Devrimci Dayanışma süreciyle ilgili olarak Nasuh Abiyle yaptığımız görüşmede de “ÖDP’ye esas operasyonun şimdi değil, Avrupa Birliği tartışmalarıyla yapıldığını” kendisi olsa “bunu görür taktik olarak evet derdim, dünyanın sonu muydu? Bizlerin güçler dengesinin belirleyeni olmadığımız ortadayken, herkesi toplasan Devrimci Yol’un Pınarhisar, Şavşat mitingleri kadar bile insan toplayamayacakken büyük işlere yön veriyor havasında olmak, tartışmaları öyle yaşamak yanlıştır” demişti. Bunun üzerine Alper Taş’ın, aslında o dönem kendilerinin partide Avrupa Birliği konusunda evet demek yanlısı olduklarını “ama değişik gerekçelerle Havet demek durumunda kalındığını” söylediğini de hatırlarım.
Defalarca geçmiş ve gelecek, üzerine konuşması gerektiğini söyledim, ikna etmeye çalıştım, kıramayacağı aracılar koydum. Hep kaçındı. Varlığı ve düşünceleri onu tanıyanlarının hafızasında oldukça canlıdır. Önceki yıl 1 Mayıs’ta ciddi bir amelyat oldu, ertesi gün ziyaretine gittik. Bir Mayıs’ta gösterilen direnişten mutlu olduğunu, kendini iyi hissetirdiğini anlatmıştı. Tedavi sürecinde direnç de gösterdi. En son Soma’dayken telefonla üç defa konuştuk, Ali Bülent Erdem’le birlikte. Yapılan çalışmaları takip etmeye gayret ettiğini söylemişti. Yakın vakitte zatürreye yakalanınca hastanendeki odasına kadar gittim iki defa, ama diri ve bildiğim haliyle hatırlamak istedim. Refakatçılarından bilgi alıp döndüm.
Nasuh Mitap’ın ne dediği bilinir. Neden sustuğu da…
Ne dediğini bilenler paylaşırlarsa resmi tarih aktarımlarının yol açtığı güncel hasar zayıflatılır. Kuşkusuz bu, tarihle kavga için değil, bugünün devrimci hareketini yaratma görevine olumlu bir katkı adına yapılmalıdır.
Işıklar onunladır şimdi. Lenin’in ışığı, Mustafa Özenç’in ışığı, “en çok onun ayrılmayıp aramızda olmasını isterdim” dediği Sinan Kukul’un ışığı.
Ailesinin ve devrimcilerin başı sağolsun.