İşçi sınıfı hareketi tarihinde şimdiden kendine önemli bir yer ayıran bir kendiliğinden kalkışmayla karşı karşıyayız. Bu kendiliğindenlik bir tür birden birelik anlamına gelmiyor, 35 yıllık neoliberal dönemin sonunda ve dönemin sınıf savaşının adeta kalıtsallaşan yenilgi sürecinin birikim ve tecrübesine dayanıyor. Bu kalkışma, sınıf savaşında dönüşen yeni proleter bedenin kendini tanıma, tanımlama evresini ifade ediyor. Politik bir öncülükten yoksun, egemen ideolojik ortamca eğitilmiş, öyle bir toplumsal doku tarafından sarmalanmış tam anlamıyla boyunduruk altına alınmış bu genç işçi bedeni giderek en esaslı tarih yapıcı olduğunu kavrayacağı dönemin kapısını tüm ezilenler için aralıyor.
Metal Fırtına, metal sektörün beyin kısmından yola çıkarak tüm işçi sınıfı adına bir haysiyet, adalet ve özyönetim talebi ortaya koyuyor. Burjuvazinin pervasız kölelik uygulamalarıyla 25 yıldır büyük ölçüde “sorunsuz” götürdüğü bu süreç tüm dünyayla paralel olarak artık ülkemizde de tökezliyor.
Güvencesizliği çalışma rejiminin esas çerçevesi olarak dayatan egemenler, devletin kendinin de doğrudan dönüştürüldüğü özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ve sendikaların sermaye boyunduruğu altına alınması, esnekleşme, kalite çemberleri, performansa dayalı çalışma, stoksuz çalışma, işin teknolojikleştirilmesi, ekip/takım çalışması, hıza, ataklığa, yarışmaya dayalı çalışma vb süreç ve uygulamalarla egemenler her açıdan üstün oldukları savaşta işçi sınıfını bir dönüşüme zorladılar. Kırsalın/tarımın ve hayvancılığın tasfiyesi ve kirli savaş politikalarının hızlandırdığı tarihin gördüğü en büyük proleterleştirme süreci, bu dönüşümün yatağı kılındı. İşçi sınıfının yeni tipolojisi bu süreçte şekillendi. İletişim, bilişim ve teknoloji alanlarındaki muazzam gelişmeler, eğitim ve medyanın yaygınlaşması, olumsuzluklar yanında sınıfın yeni bedenini büyük oranda dönüştürürken onun savaşım gücüne de böylesi süreçlerde kendini hissettiren yeni özgüllükler, yetenekler, yaratıcılıklar kattı. İşçi sınıf yenilgi içinde dönüşürken bedeni gençleşti, yetenekleri ise çeşitlenip farklaştı.
Genç işçilerdeki bu özellikler emek maliyetlerini azaltma stratejileriyle uygulanan çalışma rejiminde sermayenin kârını büyütürken, gene aynı özellikler bir isyan anında bu genç işçilerin güç olmayı daha hızlı idrak etmesini sağlıyor, daha atak, hızlı yıpratıcı ve kuşatıcı hamlelerle düşmanının planlarını, niyetlerini geçici olarak da olsa işlemez kılmalarına yol açabiliyor. Gezi direnişindeki yaratıcılık vurgusunun bu kadar yüksek olmasına da sınıfın bu yeni yapısının yansıması olarak bakmakta fayda vardır. Bu yeni özelliklerin yarattığı durum, bir süredir direniş yordamlarına da yansımaya başlıyor. Kuşkusuz işçi sınıfı tipolojisindeki bu dönüşüme dair pek çok başka tespit de yapılabilir.
Dolayısıyla kimi ezberlerimiz artık faydasız, mesela bu toplumsal ve siyasal konjonktürde hâlâ milli tip işkolu sendikalarını tek seçenek olarak düşünmek anlamsız. O sendikal biçimin korunması işverenin elini kolaylaştırmasaydı emin olun ikinci sendikalara izin verecek bir düzenlemeyi AKP kendi eseri olan 6356 sayılı sendikalar kanunu kurgularken getirirdi. Oysa esnekleştirdikleri çalışma düzeninde katı sendikal yapıları koruyup, işkolu barajları dikip işyeri düzeyinde toplusözleşme imzalatma garipliklerini sürdürüyorlar. Fakat mızrak çuvala sığmıyor, fiilen kaldırdıkları grev hakkı yasal çerçevenin dışında gündeme geliyor. Bugün Türkiye’de yasal grev mümkün değildir (ya da hükümetin âlicenaplığına kalmıştır), ancak yasal çerçevenin dışında grev yapılabilir. O zaman yasal çerçeveyi fiilen aşmayı düşünmeyen yasal sendikalar işçi sınıfına ne vaat edebilir?
Bizlerin durumu daha ilginç; yapılamayan greve (Birleşik Metal’in ertelenen grevi) yapılan grevden (Metal işçilerinin bu grevi) daha çok ilgi gösterdik. Çünkü yapılamayan grev bizlerin dilini konuşuyordu, sol politik göndermelerle doluydu, yapılan grevde ise biz Gezici değiliz diyenler çoğunlukta gözüküyordu. O zaman da elimizden gelen sadece Bursa’ya zayıf dayanışma mesajları göndermek oldu.
Bu durum sosyalist siyasetim bazı temel güncel sorunlarını da ortaya koyuyor. Kendi kültürel zeminimizde değilse bir işçi mücadelesiyle ancak dışarıdan ilişki kurabilirken, sosyalist siyaset de artık bir kimlik siyaseti olarak icra edilmektedir tespitini kim yadsıyabilir?[1] Zaten radikal demokrasi siyasetini benimseyenlere diyecek bir şey yok ama “emek eksenli” siyaset vurgusunu sürekli öne sürenler, hatta emek mücadelesini başka mağduriyet alanlarındaki mücadelelerle eşitliyorlar diye seçimlerde destek çağrısı yapmaktan imtina edenlere ne demeli? Bir taraf tüm kültür gruplarını sahipleniyor, diğeri sadece bir tanesini, kabaca Türkiye’nin yüzde kırkını oluşturduğunu düşündükleri kitleyi… Bu ortamda Bursa’da bazı “solcu” avukatların Türk Metal ya da işverenle iş tutuyor olması şaşırtıcı bir durum da olmuyor.
Kuşkusuz aynı kültürel zeminde olup olmadığına bakmaksızın işçiler içinde örgütlenmeye çabalayan sosyalist siyasal odaklar hâlâ var (metal fırtınası bağlamında akla ilk gelen Metal İşçileri Birliği çalışmasını sürdüren arkadaşlar), bunları saymaya kalksak bir elin parmaklarını ne kadar geçeriz belli değil. Bursa’da olup bitenler esas olarak onların üzerinden sol kamuoyuna yansıdı. Herhalde eleştirilecek çok yanları vardır ama sadece dörtlünün (DİSK, KESK, TTB, TMMOB) kurumsal varlığı olan yerlerde var olup bunu da emek eksenli siyaset diye yutturmaya çalışanlardan bu dostlarımızın çok farklı bir ligde olduğu tartışılmaz. Gene de şunu söylemeden geçmeyelim: dörtlünün arkasına saklanarak ya da bunlarda yönetici koltuklarına oturarak emek siyaseti yapma dönemi bile bitiyor. Soma anmasını 10 Mayıs’ta Sosyal Haklar Derneği dörtlüden ayrı yapmaya cesaret edebildi, Haziran’da buna katıldı, yani girişte tanımladığımız dönüşüm kimi sosyalist odakları etkilemeye başladı.
O zaman ayrı bir ligdeler dediğimiz hakikaten işçi sınıfı içinde çalışan gruplar da eski ezberlerini değiştirmeli. Metal gibi zor işkollarında bile, oradaki az sayıdaki politik işçinin ve ilişkilerinin elde ettikleri pozisyonu düşünmeden, işçinin ortalama eğilimine göre değil, siyaseten neyi doğru görüyorlarsa ona göre tutum almaları gerekir. Hele de fırtına günlerinde. Bursa’da döne döne işçinin “ideolojik” bir niyeti olmadığı ana akım medya tarafından vurgulanırken, orada olanlar tarafından bu söylemi dağıtacak sembolik de olsa içeriden bir hareket gerekirdi diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Bunu da kendimizi dışarıda tutmadan söylüyoruz.
Şimdi metal fırtınası dinecekmiş gibi görünüyor. Girişteki öngörümüz geçerliyse işçi havzaları başka fırtınalara gebe, esas olan bunlar patlamadan buralarda güçlü mevziler tutabilmek, bunu da siyaseten kendini gizlemeden işçici bir romantizme de saplanmadan yapabilmek. Çünkü fırtına patladıktan sonra yapabileceğiniz tek şey MESS’in önündeki protestoda bayrak yarıştırmak. Dolayısıyla UMUT SEN’in kendisine ve aynı tarafta olduklarına çıkarttığı şu görevi yerine getirmemiz gerekiyor: “Toplumsal ve sendikal muhalefete düşense, işçilerin huzursuzluklarını, bu çatlakları giderek yarıklara dönüştürecek somut örgütlenmeleri hayata geçirmektir. İşçilerin öz-örgütlenme kapasitelerini esas alan, bunları devletin çizdiği sınırların ötesinde fiili-meşru bir mücadele ve örgütlenme hattı ile buluşturan bir sendikal hareket ihtiyacı metal işçileri tarafından önümüze bırakılmıştır.
Anlar, gereğini yaparsak ne âlâ…”
[1] Bu tespitin yapıldığı bir yazı için bkz. “Bilimciliğe karşı siyaset ya da sosyalizmi kimlik siyasetine esas kim indirgiyor?” – M. Görkem Doğan – İsmet Akça