Toplumsal ve doğal dönüşüm oldukça hızlı biçimde gerçekleşirken Marksist düşüncenin ve devrim mücadelesinin neden zayıfladığını anlamak zorundayız. Bu yazı Marksizm ve yöntem üzerine düşünmek açısından kimi sorular aracılığıyla bir tartışmaya neden olabilmek için girizgâh amacını içermektedir ve bundan sonraki yazılarda bu tartışma Marksist yöntemin farklı örnekleri ile geliştirilmeye çalışılacaktır.
Öncelikle şunu belirtmekte yarar var ki yöntem önsel olarak belirlenebilir değildir. Yöntem, düşünsel ve pratik deneyimde dönüşür, aşılır ya da yeni boyutlar kazanır. Dolayısıyla tarihsel olarak Marksist düşünce ve örgütlenme yöntemlerini imbikten geçirerek yöntem üzerine güncel bir tartışma yürütmek önemli gözüküyor. Zira geleneksel örgütlenme yöntemleri ile yeni toplumsal hareketler arasındaki bağın nasıl kurulacağına ilişkin düşünürken –ki bu bağın kurulup kurulmaması gerektiği de tartışma götürür- tartışmayı belli ölçüde ileri bir noktaya değin taşıyabiliriz belki.
Materyalizm de Marksizm de bir dogmatizme dönüşebilir. Felsefe olduğu gibi bilim de ideolojiye dönüşebilir. Öyleyse Marksizmin ve sosyalizmin bilimselliğinden nasıl bahsedeceğiz? Sorun bilimsel yaklaşımın kendisinde mi Marksist düşünceyi bilimsel addetmekte mi? Marx, Lenin ve daha birçok devrimci düşünce ise yaşadığı dönemlerdeki en kritik zamanlarda felsefe okumalarına yoğunlaşmıştı. Çünkü felsefe onlar için ne sadece düşünsel bir etkinlikti ne de politik olandan bağımsız düşünülebilirdi. O zaman devrim ile felsefenin nasıl bir bağıntısı vardı? Kuşkusuz dolaysız bir bağıntı. Bu bağıntıyı güncel biçimde edimselleştirmenin olanaklarını açığa çıkarmalıyız.
Marksist düşüncenin bilimsel bir yönü olduğu doğrudur, ne var ki bu düşünce bilimsel bir yaklaşımdan ibaret değildir. Marksist düşüncenin bilimsel, felsefi, politik özünü eleştirel biçimde ele almalı ve bu düşüncenin bütünselliğini güncel biçimde yeniden geliştirmeliyiz. Bu neden önemli? Devrimin ve sosyalizmin nesnel olanaklarından bahsedebilmek için ve gelinen tarihsel dönem itibariyle sosyalist hareketin durumunu nesnel biçimde değerlendirebilmek için. Milyonlarca insanın neden hâlâ azınlık için canhıraş çalıştığını anlamak ve buna rağmen milyonların neden hâlâ başkaldırmadığını anlamak için bunu yapmak zorundayız. Devrimci sorumlulukların ve görevlerin doğru biçimde tanımlanabilmesi ve gerçekleştirilebilmesi için nesnel bilgiyi ve deneyimi sağlayabileceğimiz yöntemler geliştirmek zorundayız.
Sosyalizmin bilimsel olmasından ne anlamalıyız? Kuşkusuz burada kastedilen pozitif bilimlerindeki gibi bir bilimsellik değildir. Ne var ki yöntemli düşüncede bu tarz bir bilimselliği de göz ardı edemiyoruz. Sosyalizmin bilimselliği sosyalizmin kaçınılmazlığını mı duyurur? Sosyalizm tarihin ereksel özünü mü temsil eder? Ereksellik mi nedensellik mi yol göstericidir? Sosyalist devrim meşruiyetini bilimsellikten mi alır?
İnsanlığın ve toplumların tarihini incelerken farklı yöntemleri kullanabiliriz. Ne var ki bilim insanlığın ve toplumun oluşumundaki belirli ilkeleri açığa çıkarmak yerine belli tarzdaki eğilimleri açığa çıkarmaya çalışır. Zira maddenin bile yapısına dair mutlak belirlenimlerden bahsedilemediği günümüzde tarihsel oluşum içindeki bir yapının mutlak belirlenimlerinden bahsetmek neredeyse imkânsız. Öyleyse toplumun oluşumunu nasıl kavramalıyız ki sosyalizmin bilimselliğinden bahsedelim? Peki sosyalizmi savunmak için onun bilimsel olduğundan bahsetmek zorunda mıyız? Belki bir anlamda öyle. Öyleyse iki şeyi yeniden düşünmek zorundayız: Sosyalizmin bilimselliğinden ne anlamda bir bilimselliğin kastedildiği ve bilimsel olan ile iradi olan arasında nasıl bir bağıntı olduğu. Tarih ve irade, nedensellik ve irade ya da nesnel ile öznel, bunlar arasındaki bağıntıyı yeniden ele almalı, Marksist düşünce geleneğine de sirayet eden özne merkezli yaklaşımları –ki bu yaklaşımlar ideolojik eğilimlerden bağımsız düşünülebilir gözükmüyor- eleştirel biçimde değerlendirmeliyiz. Bu yaklaşımlar yeni toplumsal hareketlerin gelişiminden bağımsız gözükmüyor. Politika ile felsefe arasındaki canlı bağı açığa çıkarmak için eşzamanlı dönüşümleri takip etmeden felsefe saltık bir soyutlama olarak görülecektir. Oysa öyle değildir. Felsefe etkileşimdir. Dolayısıyla bütünsel bir kavrayışa sahip olabilmek için disiplinleri birbirine indirgemek yerine yaratıcı biçimde terkip edebilirsek canlı bağları görebiliriz. Nesnel bilgi derken de aslında bir anlamda bu bağların kurulmasını anlıyoruz. Devrimci düşünceyi de bu bağların kuruluşunun bilgisinden bağımsız düşünemiyoruz. Bu nedenle devrim üzerine düşünürken kadim soruyu yeniden ve yeniden sormak zorundayız: Hakikat nedir?
Özellikle Frankfurt Okulu’ndan bu yana üstyapısal vurguların ağırlık kazanması rastlantısal olmadığı gibi -Marksistlerin niyetine bağlı ya da değil- bu yaklaşımların ideolojik sonuçları olmuştur. Ekonomik temelin indirgemecilik olarak reddi, üstyapının ihmal edildiğine dair radikal eleştiriler zaman zaman ideolojinin kendisi olmuştur. Psikanaliz, sinema ya da felsefenin fenomenoloji ve mantık gibi alanlarına dönüşle politikanın kuruluşunu yeniden ele alma arayışlarını temsil eden son dönem Marksistlerinin bir çoğunun açmazlarından birisi ekonomik indirgemecilikten kurtulma pahasına özneye gömülmek olmuştur. Oysa maddeciliği ve nesnelliği bilimsel ve felsefi açıdan yeniden ele almak yerine saltık biçimde bilgiye ve özneye dönmek bütünselliğin kaybına neden olmaktadır. Bu yaklaşımların varacağı muhtemel yer liberalizmin uçurumudur.
Bir şeye, bir duruma ya da bir olaya ilişkin nesnel bilgiye ulaşmak için yöntemli düşünce önkoşuldur. Yöntemli düşünce ise bilginin, kavrayışın ve pratiğin derinleştirilmesi ile birlikte gelişir. Birçok şeyi ve birçok disiplini birlikte düşünmek zorundayız, felsefe, bilim, siyaset ya da sanat. Her birinin tarihsel evrimi olan bu disiplinler insanlığın ortak geçmişini oluşturur. Oluşan ve oluşturan birlikte aynı sürecin ortak boyutları olarak açığa çıkar. Öznellik ve nesnellik birlikte ve diyalektik bir tarzda sonsuz bir etkileşim içinde olagelir –ki buradaki diyalektik güncel biçimde yeniden tanımlanmalıdır-. Bir yandan içinde bulunduğumuz tarihsel süreci oluşturan koşulları kavramak diğer yandan bu sürece yön verebilecek iradeyi oluşturmak doğrudan doğruya politik bir edim olsa da bundan ibaret değildir. Zira ekonomik etkenlerle birlikte toplumu oluşturan hukuki, dini, etik ya da coğrafi etkenler söz konusudur. İhmal edilebilir olmayan bu etkenlerle birlikte düşünmek toplumu oluşturan koşulları bütünsel olarak kavramayı gerektirir. Bu bağlantıları güncel biçimde yeniden tanımlamak ve bütünsel kavrayışa sahip olmak ise yöntemli düşünce ile olası gözüküyor.
Şayet güncel olarak devrimin nasıl olanaklı olacağını hâlâ kendimize soruyorsak Marksist düşüncenin köklerini, bu düşüncedeki farklılaşan yöntemleri yeniden düşünmek, derinleştirmek ve güncel biçimde yeniden yaratmak zorundayız. Yeni örgütlenme ve direniş biçimleri geliştirmek toplumdaki muhalif refleksleri doğru kavrayıp bu refleksleri bütünsel olana evriltme ile koşulludur ki bunu yapabilmek örgütlü ve yaratıcı bir politik kavrayışı gerektirir. Bu kavrayış ise bir yandan örgütsel ilişki içinde diğer yandan ise öznenin devrimci gelişimini biteviye sürdürmesi ile gelişir. Pratik ile teori arasında varsayılan ayrım bu nedenle yanıltıcı olabilir. Gerçeklik sonsuz boyutu kuşatır. Sadece sınıfların kuruluşunda yaşanan dönüşümü değil –ki bu doğrudan doğruya bilimsel bir değerlendirme gerektirir-, politik ile etik arasındaki bağıntı, ekolojik sorunların dayattığı eleştirel bilimsellik, cinsiyet, ırk gibi ayrımlar üzerine düşünmek de Marksistlerin en temel görevleri arasındadır. Bu sorunları birbiriyle bağıntılı olarak düşünmeliyiz. Kuşkusuz sınıf ve sınıfın oluşum koşulları dönüşmüştür. Ne var ki devrim açısından eksenin sınıf ilişkileri olması olgusu değişmemiş sadece olguyu oluşturan ilişki tarzları dönüşmüştür. Burada kritik olan, sınıf derken saf bir ekonomik göndermede bulunulmadığı sınıfın aynı zamanda politik ve ideolojik kuruluşundan bahsedildiğinin anlaşılmasıdır.
Türkiye savaş gündemi ile çalkalanırken, faşizm yoğunlaşırken yöntem üzerine düşünmek neden önemli? Aslında tam da şimdi ve bundan sonra doğru politik müdahaleler açısından bu sorun oldukça önemli. Devleti, devletin kapitalizmin dönüşümü ile koşullu olarak biçim değiştirmesini, devletin ideolojik kuruluşunu, sınıfsal ilişkiler ile toplumdaki diğer toplumsal yapılar arasındaki bağları, faşizm ile kapitalizm ve kapitalizm ile savaş arasındaki ilişkiyi kavrayabilmemiz açısından önemli. Elbette faşizme karşı toplumsal bir muhalefet geliştirmek, savaşa karşı barışı savunmak, ezilenlerin huzursuzluğunu öfkeye dönüştürmek zorundayız. Ne var ki bunları devrimci bir öfke ve örgütlülüğe dönüştürmek belli bir rasyonalite gerektiriyor. Zira rasyonalite ile özgürlük arasında ontolojik bir bağıntı vardır ki bu bağıntının ortaya çıktığı düşüncelerden biri Marx’ınkidir. Devrim ve yöntem üzerine düşünürken dönmek zorunda olduğumuz öncelikli düşüncelerden birisi bu nedenle Marx’ın düşüncesidir.