Ellen Meiksins Wood’un anısına
Sınıf nedir ve sınıf mücadelesi hangi eğilimleri ihtiva eder? Devlet, demokrasi ya da sosyalist mücadele neye göre şekillenir? Ekonomik, politik, ideolojik ya da teknolojik dönüşüm devam ederken sınıf bilinci ve düşünce sistemleri nasıl dönüşür? Marksist düşünce bu dönüşümdeki bütünselliği kavramaya dönük en yaratıcı ve dinamik düşünce sistemlerinden biri ise güncel olarak nasıl kullanılabilir? Yaşadığımız tarihsel uğrağın anlaşılması, bu uğrağı oluşturan koşulları ve olguları çok yönlü biçimde anlamamıza neden olacak düşünce tarzı geliştirebilmek gerçekliğin yeniden inşası açısından öncüllerden birini oluşturuyor. Marksist düşünce bu yönde birçok olanağı ihtiva etse de maddeci, determinist, indirgemeci gibi sıfatlarla birçok eleştiriye de maruz kalıyor. Özellikle 20. yüzyılda kimi akımlar Marksist düşünceyi farklı biçimlerde dönüştürmeye gayret gösterdi. Ne var ki bu düşünce biçimlerinin bir kısmı eleştirel tutumlarını Marksist düşüncenin özüne uygun olmayan biçimde geliştirerek bir anlamda Marksist düşünceyi terk ederken bir kısım eleştirel yaklaşım Marksizmi geliştirmeye ve güncellemeye katkı sunuyor. Bu dönüşüm ise ekonomi-politik ya da felsefi birçok yönde tezahür ediyor. Aslına bakılırsa bu geliştirme ve güncellemeye neden olan düşünce biçimleri Marksist düşüncenin bu çok yönlülüğüne bağlı kaldıkları için Marksist düşünceyi ileri taşıma olanağına sahip oluyor. Çok yakın zamanda kaybettiğimiz Ellen Meiksins Wood da kavrayışının çok yönlülüğü ve bütünselliği ile bu olanağı yaratıcı biçimde temsil ediyor. Wood bu yüzyılın önemli Marksistlerinden biri olmakla kalmayıp, külliyatı da güncel birçok sorunu özgül bir kavrayış biçimiyle anlamamıza katkı sunuyor.
20. yüzyılda üretim koşullarındaki hızlı dönüşüm düşünce sistemlerine de kaçınılmaz biçimde yön verdi. Felsefede varlık ya da bilgi tartışmasından dil ve söylem tartışmalarına geçiş politikada maddi üretim ilişkilerinden ideolojiye ya da daha genel ifadeyle üstyapıya doğru gerçekleşti. Bu geçişleri süreklilik içinde bir arada düşünmekte yarar var. Marksizmdeki dönüşüm de bu politik-ideolojik dönüşüme bağlı olarak gerçekleşse de 20. yüzyıldaki tartışmalara esas özünü verenin yüzyılın devrimci hareketleri ve sosyalizm mücadelesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Marksizm içinden türeyen anti-Marksizmler de bu tarihsel deneyimlerin yarattığı politik iklim içinde düşünülmeli. Ellen Meiksins Wood ise hem Marksist düşüncenin özüne uygun olmayan yaklaşımları radikal bir eleştiri ile teşhir etmek hem de tarih okumasına dayalı güncel bir ideolojik-politik analiz ile Marksist düşünceyi derinleştiren isimlerden biri oldu. Kuşkusuz burada Wood’un oldukça kapsamlı biçimde yürüttüğü bütün tartışmalara değinmek olası değil. Ama Wood’un çalışmalarındaki birkaç önemli nokta üzerinde durarak bu düşüncenin kimi özgül yanlarına değinmek güncel tartışmalar açısından yararlı olabilir.
Politik değerlendirmelerini sağlam bir tarih okumasına dayandıran Wood, tarihsel gerçekliğin inşasındaki ağırlık noktalarını keşfetmek için Marksist yöntemi güncelleyerek hareket etti. Aksi durumda hâkim liberal düşünce nedeniyle nesnellik ile öznellik yer değiştirecek, Marx’ın deyimiyle baş aşağı duracaktı. Wood, 20. yüzyıldaki Marksist düşünceye de sirayet eden bu tehlikeyi gözler önüne serdi ve bu dönüşümün başlıca unsurlarını detaylı biçimde inceledi. Post-Marksist olarak ifade edilen bu yaklaşımın temel eğilimlerinden birisi “söylem” ve “farklılık” kavramları üzerinden kimlik tartışmalarını öne çıkarmasıdır. Sınıfın yerine kimliğin, sınıfların ortadan kaldırılmasının yerine evrensel insan haklarının, sosyalist demokrasinin yerine radikal demokrasinin geçmesi ile birlikte yeni bir kavramsal dizge geliştirilmiş oldu. Wood’a göre bu “belirsiz politik ilkeler” siyasal eylemin reddine değin taşındı. Tamamen söylem sınırında duran bu belirsiz ve muğlak argümanlar, “sınıfı görüş çizgisinin dışına çıkardı”. Nihai olarak sınıfsal politikanın yıkımına ve işçi sınıfının özne rolünün reddine değin götürülen bu düşünce sisteminin kendisi bir ideoloji olarak inşa edilmiş oldu.
Wood’un bu noktada işaret ettiği paradoks önemlidir: Her ne kadar sınıf politikasının reddinde ideoloji hegemonik bir rol üstlense de, devlet de sermaye de esas tehdidin işçi sınıfı olduğunu bilerek ve görerek hareket tarzını belirlemeye devam ediyor. Son kertede ikisinin de hareket ilkesini sınıf ilişkileri ve işçi sınıfının durumu belirliyor. Wood’a göre bu olguyu bize tarihe form veren sınıf mücadeleleri gösteriyor. Dolayısıyla yeni bir devrimci özne arayışı ideolojik bir sapmadan başka bir şeye işaret etmiyor. Kuşkusuz işçi sınıfı dönüşüyor ve dönüştürüyor. Ne var ki bu öznenin değiştiğine değil öznenin yeni biçimler kazandığına delalettir. Ve tüm bu tersine çevrilişin özünde tahmin de edileceği üzere ekonomi-politik ve güç ilişkilerinin kurucu işlevinin yadsınması yer alıyor. Oysa “insanın varoluşu ve toplumsal yaşamın örgütlenmesi için üretimin temel önem taşıması” Marksizmin temel ilkelerinden biri ise elbette ki sosyalist mücadelenin öznesi sosyalizmden en büyük çıkarı olan işçi sınıfı olacaktır*. Dolayısıyla kapitalizmi ortadan kaldıracak yeteneğe sahip olan öznenin aynı zamanda sermayeyi yaratan güç olarak işçi sınıfı olduğunu söylemek tarihsel gerçeklikle hiçbir çelişki içermediği gibi tarihsel bir zorunluluk olarak açığa çıkar. Dünya ölçeğindeki bir çelişkiyi elbette ki bu çelişkinin aşılmasında gerçek yararı olan kesim gerçekleştirebilir. Bu basit bir ekonomik argüman değil aynı zamanda ontolojik bir olgudur.
Wood’un sınıfa ve üretim ilişkilerine dönük görüşleri politik ya da ideolojik mücadelenin öneminin görmezden gelinmesi ya da ikincil olarak görülmesi şeklinde değerlendirilemez. Bilakis Wood, güçlü ve gerçekçi bir politik-ideolojik mücadelenin ancak gerçekliği inşa eden ilişki ve süreçleri kavramakla mümkün olduğunu düşünür. Zira devrimci mücadele basit bir iktidar devri değildir. Bu, devletin “toplumda tüm iktidarın yoğunlaştığı nokta” olduğu ama sorunun bundan ibaret olmadığını kavramak açısından oldukça önemli. Sosyalist mücadelede iktidar mücadelesi güncel açıdan ise devlet tartışmalarına dayanır ve Wood bu konuda da oldukça özgün değerlendirmeler yapar.
Wood’a göre devlet “– en azından toplumsal ya da kamu gücü biçiminde- artı-ürüne el koymanın ve bunu örgütlenmenin ilk sistematik oluşumdur”. Kapitalizmin “merkezi bir devlete” sahip olmasının zorunluluğu bu olguda yatar. Her ne kadar devletin bağımsız bir yanı olsa da devleti yapısal olarak belirleyen sermayenin hareketidir. Burada devlet doğrudan doğruya sermayenin üretimine katkı sunmaktan ziyade çelişkilerin açığa çıkmasının engellenmesi ve sınıf mücadelesinin denetlenmesi gibi bir rolü üstlense de sadece bundan ibaret değildir: “Kısaca, siyasi konuların, iktisadi konulara dönüştürülmesinden çıkarılabilecek stratejik ders, sınıf mücadelesinin başlıca iktisadi alanda ya da üretim birimlerinde yoğunlaşmaması gereğidir. Siyasi işlevlerin, sınıf ile devlet arasındaki bölüşümü, kapitalizmin gücünün bütün sivil toplumda yaygınlaştığı dolayısıyla devletin güç odağı olarak herhangi bir ayrıcalıklı rolü olmadığı, bu nedenle de siyasi hedef olmadığı anlamına gelmez. Ya da öbür uç olarak, devlet her şey demek değildir. Gerçekten bunu tersi doğrudur. Sınıf ile devlet arasındaki işbölümü, gücün yaygınlaştığını değil, tersine kapitalist sınıf egemenliğinin baskıcı ‘anı’nı temsil eden devletin özel olarak aşırı uzmanlaşmış biçimde toplumsal gücü tekeline aldığını gösterir ve böylece nihai olarak toplumdaki tüm gücün yoğunlaştığı kritik bir konumda olur”. Devletin dönüşümünü de bu konumundan bağımsız düşünemiyoruz. Wood bu olgu nedeniyle ekonomik mücadele ile politik mücadelenin kaçınılmaz birliğine vurgu yaparken küreselleşmenin devletin daha da merkezileşmesine neden olduğuna işaret eder. Dolayısıyla liberal argümanların aksine sermaye büyüdükçe ve küreselleştikçe devletin formu değişerek güçlenir ve merkezileşir.
Bu tespit güncel politik tartışmalar açısından ve bilhassa sosyalist mücadele açısından oldukça önemli sonuçlar ortaya çıkarır: Şayet devletin konumu “sermayenin de merkezi” olarak dönüşüyorsa sosyalist strateji bu olgudan bağımsız geliştirilebilir olmayacaktır. Dolayısıyla buradan çıkan sonuç ekonomik mücadele ile politik mücadele arasındaki geçişliliği doğru biçimde kavrayan ve gerçekleştiren bir sosyalist hareketin inşasının gerekliliğidir. Bu gerekliliği kavramaya engel teşkil eden ve sorunu salt kimlik, demokrasi, yurttaşlık, hak-hukuk gibi bağlamlarda sürdüren yaklaşımların bütünü ise –dolaylı ya da dolaysız biçimde- hâkim ideolojinin birer uzantısı olmaktan öteye geçemeyecektir. Wood’un düşüncesi bir yandan bu anlamda ideolojik bir kırılmayı temsil ederken diğer yandan Marksist düşüncenin güncel biçimde yeniden yaratılmasına olanak sunar. Zira geçersizleşen Marksist düşünce ya da sosyalist mücadelenin gerekliliği değil söyleme, hukukun nesnelliğine, devletin bağımsızlığına, devrimci öznenin yerine yeni özneler ikame etme çabasına dayanan yeni ideolojilerdir. Bu yeni –neoliberal- ideolojilerin ortak paradokslarından birisi de sömürü ilişkilerinden bağımsız olarak bir mitos gibi demokrasiye bel bağlamaları ve bu mitosu devletle özdeşleştirmeleridir.
Demokrasi, Wood’un sosyalist mücadele açısından kritik bulduğu tartışmalardan biridir ve bu tartışma Wood’un sıkça üzerinde durduğu ekonomik ilişkiler ile politik ilişkiler ayrımı üzerinden ele alınır. Zira bu ayrım varsayılırken söylem açısından devlet ile demokrasi arasında sıkı sıkıya bir bağ tesis edilmeye çalışılır. Dolayısıyla özellikle liberal anlayışta demokrasi talebi başlı başına siyasal bir mücadelenin özüymüş gibi düşünülür ve sosyoekonomik düzeyde yaşanan eşitsizlik kolaylıkla ihmal edilir. Oysa “[k]onu basitçe araçların –anayasallığa, seçim politikalarına ve burjuva-demokratik kurumların genişlemesine karşı devrimci başkaldırı – seçimine de indirgenemez. Can alıcı soru, devrimci değişimin kaynağı ve öznesiyle ilgilidir. Sonuçta sosyalist stratejinin sadece araçlarını değil, amaçlarını da belirleyen soru budur; sosyalist dönüşümün itici kuvvetini belirlemek – gördüğümüz gibi- aynı zamanda sosyalizmin karakter ve sınırları ile insanın özgürleşmesi vaadini de tanımlamaktır”. Bu nedenle liberal demokrasinin esas ihmal ettiği unsur sınıf ilişkileri ile devlet arasındaki özsel ilişki ve emeğin yaratıcı gücüdür. Devrimci demokrasi, toplumsal ilişkilerin bütününü kuşatan bir dönüşümü amaç edinirken liberal demokrasi sömürü ilişkilerinin kuruculuğunu göz ardı eden radikal bir demokratçılığa bel bağlayarak kapitalist devletle gizli bir işbirliği içindeymiş gibi hareket eder*. Wood bu işbirliğinin temel paradokslarından birinin de belli bir sınıfın –ki bu sınıf sömüren bir azınlıktır- çıkarları için yapılan işbirliğinin evrensel bir söylemle temellendirilmeye çalışılması olduğunu belirtir. Öyleyse liberal demokrasi “kapitalist sınıf hegemonyasının merkezinde” yer alıyorsa demokrasi tartışması hegemonya tartışmasından ayrılabilir değildir. Wood, bu tespitini de benzer bir uyarıyla şekillendirir ve hegemonyanın öznesinin kim olacağı tartışmasının sınıf mücadeleleri ekseninde düşünülmesini salık verir. Wood’a göre “stratejik olarak kapitalizmin kalbine konuşlanmış işçi sınıfı hâlâ bu sistemi dönüştürme kapasitesi olan yegâne toplumsal kuvvettir”. Dolayısıyla bu olguyu ve sömürü ilişkilerini göz ardı eden her demokrasi vurgusu (tıpkı yeni bir devrimci özne arayışı gibi) devlete olan güveni pekiştirmekten başka bir işleve sahip olamayacaktır.
Geldiğimiz tarihsel dönemde sınıf ilişkilerini, devleti, ideolojiyi, demokrasiyi ve devrimi düşünürken Wood’un yürüttüğü tartışmaların açtığı ufuktan yararlanmalıyız. Zira Wood bu tartışmaları sürdürürken bir yandan Marx’ın bakış açısına bağlı kalırken diğer yandan bu bakış açısını güncelleyerek derinleştiriyor. Wood’un Marksist düşünceye ve devrimci stratejiye yaptığı en önemli katkılardan diğeri ise güncel politik ve ideolojik arayışlarda sınıftan uzaklaşan anlayışların basit bir düşünce sistemi oluşturmadığı, dünyaya hükmeden kapitalist ideolojilerin dolaylı ya da dolaysız biçimde bileşenleri olduğunu teşhir ediyor olmasıdır. Sosyalist mücadelenin önündeki en büyük sorumluluklardan birisi tam da bu nedenle güncel sınıf ilişkilerini çözümlerken neoliberal ideolojinin farklı tezahürleri ile ideolojik ayrımını netleştirmek ve korumaktır. Bu netlik sosyalist hareketin alamet-i farikasını oluşturur.
* İşçi sınıfı kavramı oldukça kapsamlı ve dinamik bir kavram olmakla birlikte -Wood’un da sıkça başvurduğu- E.P.Thompson’ın vurguladığı “ilişki ve süreç olarak” sınıf belirlemesinden bağımsız düşünülmemeli. Kaldı ki Marx’ın sınıf anlayışı da tek-tanımlı olmaktan oldukça uzaktır. Özellikle teknolojinin ve sermayenin yoğunlaşmasıyla eşzamanlı olarak incelediği işçi-işsiz emek gücü Marx’ın sınıf anlayışının dinamik yapısını ortaya koyar. Sınıfa ilişkin genel yaklaşımını anlamak için Marx’ın özellikle Kapital dizisine ve Grundrisse’ye başvurmakta yarar var.
* 2010 anayasa referandumundaki “yetmez ama evet” anlayışı doğrudan doğruya bu minvalde bir örneği teşkil eder. Sömürü ilişkilerinden bağımsız yürütülen ve halis hukukçuluğa, radikal demokrasiciliğe dayanan bu anlayışın en önemli niteliği devlete olan sonsuz güven ve bu güce duyduğu büyük saygıdır.