“Yukarıda” Olup Bitene Dair Tespitler ya da Sosyalistler Hangi Siyasal Rejimi Savunmalı? – Ahmet Bekmen

“Yukarısı” yeniden kaynamaya başladı. Yeni rejimin hangi esaslar üzerine bina edileceği ile ilgili savaş yeniden alevlendi. AKP içerisinde taraflar beklenmedik ölçüde bir sertlikle karşılıklı hamlelerde bulunuyorlar. Bu elbette çok boyutlu bir savaş. Sermaye fraksiyonları arasında olduğu gibi, politik fraksiyonlar ve partiler arasında da süregidiyor. Türkiye’nin egemenleri arasında ciddi bir meydan muharebesi sürüyor. Üstelik bu meydan muharebesi sadece sertlikler üzerinden de seyretmiyor, arada pazarlıklar da oluyor. Tüm kartlar masada artık.

Türkiye’nin “etkin” siyasal alanında bugün için 2.5 partiden bahsetmek mümkün. Recep Tayyip Erdoğan Partisi (RTP) ve Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) yanı sıra, şimdilik buçukluk kıvamında belirginlik kazanan bir AKP içi muhalefetten (AKP-M) bahsetmek giderek daha mümkün hale geliyor. CHP ve MHP ise iktidar mücadelesinin geçtiği arenanın dışında –şimdilik- sıralarını bekleyen donuk, etkisiz güçleri temsil ediyorlar.

Diğerlerini biliyoruz da bu AKP-M neye binaen ortaya çıkıyor? Bunun elbette “siyasetçiler arası güç ve beka mücadelesini” içeren boyutları var. AKP’deki “3 dönem” kuralından mağdur olanların basıncı, etkili-sorumsuz Cumhurbaşkanı ile etkisiz-sorumlu Hükümet arasında beklenebilecek gerilimler vesaire. Bunlar bu türden güç mücadeleleri sınıfı içerisine giriyor.

Fakat AKP-M’nin ortaya çıkışı buna indirgenemez. AKP-M egemenlerin bir kısmı arasında beliren yeni bir mutabakatı ifade etme ihtimalini hiç de yabana atmamalı. Nasıl bir mutabakat olabilir bu? Böylesi bir mutabakat neden AKP’yi giderek parçalı bir hale getiriyor?

Öncelikle ekonomik meseleler hakkında Yiğit Bulut gibi “kamera şakası” kıvamında bir isime referansla konuşan RTP’nin, küresel finans sistemi ile eklemlenmiş büyük sermaye kesimleri ve bu sistemin yerel muhafızları olan ekonomi yönetiminde rahatsızlığın ötesinde bir durum yarattığını belirtmek gerekiyor. Bu tabi kişiler arası bir mücadele değil. “İnşaat lobisi” üzerinden sembolleştireceğimiz -fakat muhakkak ki sadece inşaat sektörüne indirgeyemeyeceğimiz- sermaye kesimleri ile küresel ağa eklemlenmiş finans-kapital arasındaki iktidar mücadelesi, ekonomik durgunluk ve kriz belirtilerine bağlı olarak giderek yükseliyor. Merkez Bankası’nın faiz politikası ile ilgili olarak RTP’den gelen saldırılar, seçim öncesinde iç pazarı canlandırmaya yönelik bilindik anlamda “popülist” kaygıların yanı sıra, bu kesimin İnşaat lobisi ile olan sıkı ittifakını da yansıtıyor. Bu anlamda sermaye fraksiyonları arasındaki mücadelelerin AKP’nin iç mücadelesi haline geldiğini söyleyebiliriz. Normal bir güçler dağılımında farklı partiler arasında temsiliyet kazanabilecek farklı sermaye fraksiyonları, AKP dışındaki partilerin böyle bir rolü oynayamamaları dolayısıyla AKP içerisinde temsiliyet buluyorlar. Bu da parti içerisinde fay hatları ortaya çıkarmış durumda. Hiç şüphesiz ki AKP-M’nin belirginlik kazanmasında temel boyut bu.

Fakat öyle görünüyor ki RTP ekonomik meseleleri bir kopuş çizgisine getiremiyor. Zira küresel finansal sistem ve onun yerel ağları ile ara ara hırlaşsa da, “kopuş” başka bir şey. RTP, sermaye fraksiyonları ve grupları arasındaki mücadelede taraf olabilir, fakat bu durum büyük sermaye kesimleri lehine işleyen küresel ekonomik dengeleri “tanımamazlık” noktasına ulaşmıyor. Anlıyoruz ki “faiz meselesi” RTP açısından aslında masadaki bir pazarlık unsuru. Zira Hakan Fidan’ın MİT’e dönmesi karşılığında RTP de “Merkez Bankası” meselesini, liderinin sözleriyle, “tatlıya bağladı.” Dedik ya, çok boyutlu bir mücadele ve masada eller açık.

Biraz önce sorduğumuz soruya geri dönelim: Ne türden bir geniş mutabakat belirginlik kazanıyor? RTP’nin temsil ettiği “tek adamcılık” ve keyfiyete bağlı gidişat egemenlerin önemli bir kesiminde belirgin bir yönelim yaratmışa benziyor. Bu anlamda CHP’nin yeni ekonomik vizyoneri, Kemal Derviş’in öğrencisi Selin Sayek Böke’nin CHP’nin ekonomi programını “hukukun üstünlüğü” temelinde açıklaması da manidardır. Burjuvazi, Böke’nin ağzından adeta, mutlakıyet sistemine karşı bilindik tarihsel argümanını ortaya koyuyor: Hukukun üstünlüğü. Öyle görünüyor ki AKP-M de bu ihtiyaca binaen giderek belirginlik kazanıyor.

Üstelik bu mutabakatın RTP’nin temsil ettiğinden farklı bir başkanlık sistemi çerçevesinde oluşması da ihtimal dışı değil. Örneğin yakın zamanda, AKP’den milletvekili adayı olmamayı tercih eden Abdullah Gül’ün, bizzat başkanlık sistemine değil de, “Türk tipi başkanlık sistemine” karşı olduğunu söylemesinin akabinde; Bülent Eczacıbaşı da “başkanlık sisteminin tartışılmasının sağlıklı olduğunu ancak bunun kişilerden bağımsız tartışılması gerektiğini” belirten bir açıklamada bulundu. Her iki zat da “erkler ayrılığı, denge ve denetim mekanizmalarının varlığı” durumunda başkanlık sisteminin tartışılabileceği konusunda mutabıklar gibi görünüyor. Bunlara küresel sermaye ağının Babacan’dan sonra kabine içerisindeki iki numaralı adamı olan Hazine Bakanı Mehmet Şimşek’in şu sözlerini de eklemek gerekir: “Türkiye’nin birinci lige yükselmesi tabi ki yönetimde istikrar, siyasi istikrarla birlikte -ki başkanlık sistemi bunu sağlayabilir-, aynı zamanda reformla olur, reform olmazsa olmazımızdır.”

Türkiye egemenleri arasında süregiden kavganın giderek “başkanlık sistemi olsun mu olmasın mı”dan, “Türk tipi başkanlık sistemi mi olsun bildiğimiz başkanlık sistemi mi olsun”a kayması gayet mümkün. Ve bu geçişin sistem içerisinde, AKP’nin bir kısmını da –yani AKP-M’yi de- içerecek kadar geniş bir mutabakat yaratılarak gerçekleşmesi de olası. Unutmayalım ki başkanlık sistemi sadece RTP’nin bir rüyası değil, Türkiye neoliberalizminin mucidi Turgut Özal’dan beri konuşulagelen bir olasılık. Zira başkanlık sisteminin küresel ekonominin kurallarının hâkimiyet kurduğu neoliberal konjonktürde yerel ulus-devletlerin idari-politik işleyişleri açısından en “verimli” siyasal rejim olduğu söylenebilir. RTP’nin “bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa Türkiye de öyle yönetilmelidir” sözlerini bu anlamda anlamak ve sadece liderinin “çılgınlığına” yormamak gerekir. Bu anlamda “Türk tipi” olmayacak, yani siyasi istikrarı biraz da dengesizliği ile bilinen bir şahsın keyfine terk etmeyecek bir başkanlık sistemi, örneğin, CHP gibi bir parti açısından da kabul edilemez nitelikte değildir. MHP açısından ise belirtmeye bile gerek yok: Başkanlık sistemi –“Türk tipi” dahi olsa- MHP’nin genetiğinde vardır.

RTP dışında oluşan geniş mutabakat başkanlık sistemi üzerine de oturabilir, revize edilmiş bir parlamenter sistemi de esas alabilir. Şu an için bunlar spekülasyon. Fakat giderek belirginlik kazanan bu mutabakat “şu an” için bizim önümüze politik bir soru bırakıyor. Hepimiz RTP üzerinden gerçekleşecek bir sultanlık sistemi karşısında “sert” geçecek bir savaşa hazırlanıyoruz. En azından kafa olarak. Bunda çok haksız sayılmayız elbette. Zira RTP zaferini tam anlamıyla ilan ettiği bir Türkiye bugünkü Türkiye’ye dahi benzemeyecektir. Fakat yukarıda kısaca –ve hiç şüphesiz ki kabaca- özetlenen yeni gelişmeler ışığında kışkırtıcı soru şudur: Türkiye solu rejim açısından, siyasal sistem içerisinde RTP’nin dışında daha geniş bir mutabakat yaratarak gerçekleştirilecek daha “yumuşak” geçişlere hazırlık mıdır?

Egemenlerin bir kısmı arasında bu türden bir mutabakat oluşuyor olması muhtemelken, KÖH’ün siyasi temsilcisi HDP’nin taktik düzeyde “seni başkan yaptırmayacağız”ı öne çıkarması her ne kadar -bu satırların yazarı dâhil- hepimizin “içinin yağlarını eritmişse” de, meseleyi daha stratejik bir nokta üzerinden tartışmak elzemdir.

* * *

“Sosyalistler Hangi Siyasal Rejimi Savunmalı?” sorusuna doğrudan cevap vermeden önce, sosyalistlerin siyasal rejim açısından öncelikle neye dikkat kesilmeleri konusunda bir belirlemeyle başlayalım: İlkesel olarak yürütmeyi güçlendiren her türlü düzenlemeye amasız-fakatsız karşı olmak gerekir. Yürütme gücünün tarihsel olarak liberal demokratik mutabakat içerisindeki “en katılımsız” güç olmasının yanı sıra, bu ilke konjonktürel olarak daha da stratejik bir önem kazanmıştır. Neden?

Bunun için neoliberalizmin ne olduğuna dair basit bir tanım yapalım: Neoliberalizm temelde, küresel finansal sermayenin çıkarlarını, bu çıkarlara uygun idari, hukuki ve siyasi yapılar imal ederek başat kılan ekonomik-yönetsel bir programdır. Başka bir deyişle, neoliberalizm salt bir ekonomik program değildir. Ulus-devletler düzeyinde veya onları da aşıp küresel düzeyde işleyen idari, hukuki ve siyasi yapıların imal edilmesidir. Bu yapıların ortak özelliği de her türlü siyasi-toplumsal katılım veya temsil mekanizmasından bağımsız, teknokratik bir şekilde ve küresel ekonominin kuralları uyarınca işlemesidir. Bu da aslında her türden ve her düzeydeki “yürütme erkinin” denetim ve katılım mekanizmalarından bağımsızlaşarak gerçek iktidarı elinde tutan mevki olması anlamına gelir. Mesele sermaye birikim süreci içerisinde yavaşlatıcı, engelleyici, “baş ağrıtıcı” nitelikte toplumsal, siyasal ve bürokratik unsurların etkisiz kılınması, sermaye birikim sürecinin tüm kürede –tabiri caizse- “yağ gibi akmasıdır.” Bu anlamda idari, hukuki ve siyasi organlar içerisinde yürütme gücünün hâkimiyetinin kurulması, bu yapıların bu şekilde revize edilmeleri veya yenilerinin tesis edilmesi –adeta- sermaye birikim sürecine içsel bir olgu haline gelmiştir. Yukarıda RTP üzerinden bahsi geçtiği gibi, devletlerin anonim şirketleşmesi aslında neoliberal teknokrasinin ütopyasıdır. Türkiye’de egemenlerin bir kısmında dert yaratan, bu anonim şirketin RTE gibi ne yapacağı belli olmayan bir patrona emanet edilmesi ihtimalidir.

Dolayısıyla yürütmenin güç kazanacağı her türden ve her düzeydeki uygulamaya karşı olmak sosyalistler açısından anti-kapitalist bir stratejik ufuk olmalıdır. Sosyalistler ülke yönetiminden belediye yönetimine kadar her düzeyde bu ilke doğrultusunda tutum belirlemelidirler. RTP’ye muhalif olduklarından değil, iktidarın neoliberal merkezileşmesinin sermaye birikim süreci açısından ne kadar önemli olduğunu bildiklerinden.

Başkanlık sisteminin neoliberal konjonktürde –ve özgün olarak Türkiye koşulları içerisinde- yürütmenin el yükseltmesi anlamına geldiği aşikâr. Peki, bu durum başkanlık sistemi karşısında parlamenter sistemi savunmamız gerektiği sonucuna mı götürmeli bizi? Netameli bir konu, fakat cevapsız bırakma lüksümüzün olmadığı bir noktadayız.

Türkiye gibi parlamenter sistemi seçim barajı, anti-demokratik siyasal partiler yasası, cumhurbaşkanına hâlihazırda verilen güçlerin fazlalığı gibi bir dizi nedene bağlı olarak sakat işleyen bir ülkede parlamenter sistem savunusu yapmak zor. Üstelik durum böyle olmasa bile sosyalist siyasetin iki burjuva liberal siyasal sistemden biri lehine tercihte bulunması gayet sorunlu bir durum.

Fakat yine de mevcut konjonktürde başkanlık sisteminin daha da yoğunlaşmış bir sermaye iktidarı anlamına gelmesinden dolayı, sosyalistlerin belli bir tür parlamenter sistem lehine tercihte bulunmaları gerekir. Bu elbette, tipik liberal gelenekte olduğu üzere, yürütme gücünün yargı ve yasama güçleri ile dengelenmesi prensibi üzerine kurulu bir savunu olamaz. Sosyalistler açısından mesele, liberal demokrasinin kutsal üçlüsünün –yani yasama, yürütme ve yargının- özyönetim ve demokratik temsil mekanizmaları üzerinden kuşatılması ve sınırlandırılmasıdır. Siyasi partilerden sendikalara kadar sistemin tüm idari organlarının söz ve yetki sahibi özyönetim ve demokratik temsil mekanizmaları tarafından kuşatıldığı, karar verme erkinin her düzeyde bu türden yapılara doğru kaydırıldığı bir süreç, devlet erkinin karakterinde emekçiler ve ezilenler lehine bir kayma anlamına da gelecektir.

Bu anlamda sosyalistler, Türkiye’nin bu tarihsel geçiş konjonktüründe, yürütme gücünün başıboşlaştığı RTP tipi bir başkanlık sistemi ile yasama ve yargı üzerinden denetlendiği bir başkanlık sistemi (veya bu türden parlamenter sistem) karşısında;

  • Stratejik olarak özyönetim ve demokratikleştirilmiş temsil mekanizmalarının güçlendirilmesini;
  • Taktik olarak da bunun parlamenter sistem üzerinden gerçekleştirilmesini savunmalıdırlar.

Meselenin elbette salt bu konjonktür ve onun ihtiyaçları ile sınırlı olmayan boyutları da vardır. Sosyalist bir “siyasal rejim” nasıl işleyecektir? Sosyalizm’de çoğulcu bir siyasal sistem nasıl işleyecektir? Bunun aygıtları neler olacaktır? Bu gibi sorular elbette hala geçerli tartışma konularıdır ve konjonktürün ihtiyaçlarını tartışmak bu tür tartışmalardan soyutlanmış bir şekilde yapılmamalıdır.

Bu yazının ardındaki motivasyon da“ben yazdım, oldu, güzel de oldu”dan ziyade, bu tür bir tartışmayı Türkiye’de solun gündemine taşıyabilmektir.