Sosyalistlerin Siyasetle imtihanı – Ahmet Bekmen

Türkiye solu Erdoğan için sonun yaklaştığı konusunda neredeyse hemfikir: Küresel kapitalizm, emperyalizm ve Türkiye büyük sermayesi Erdoğan’ın ipini çoktan çekmiş durumda, bu nedenle de Erdoğan uzatmaları oynamakta. Bu uzatma dönemi sancılı geçecek ve şu an için dağınık bulunan restorasyon güçleri de bu süreç içerisinde giderek şekillenecek. Bu senaryoda bize düşen görev kısmı görece daha bulanık tarif ediliyor: Halk iktidarını kurmaya yönelik olarak Gezi’deki dinamiği devam ettirmek, Demokratik Cumhuriyet’i kurmak vesaire.

Yanlış anlaşılmasın, bu satırların yazarı da bu bulanıklıktan münezzeh olduğu iddiasında değil. “Koca koca” restorasyon güçleri bile halihazırda belirli bir bulanıklık yaşarken, cesameti ortada olan sosyalistlerin kafalarının son derece berrak olmasını beklemek nafile olurdu. Politik stratejinizin berraklığı elinizdeki enstrümanlarla doğru orantılı neticede. O tür enstrümanlardan elimizde çok fazla olduğu da pek söylenemez.

Erdoğan ekibi hâlâ tahtadaki en güçlü politik oyun kurucu olarak durmakta. Bu güç kendisi dışındakileri biçimlendirebilme kabiliyetinden geliyor büyük oranda. Düşünsenize, CHP-MHP ikilisi bu çeteyi alt edebilmek için kendi adayları üzerinden değil, Erdoğan’ı alt edebilecek bir akil insan üzerinden ittifaka zorlanıyor; sosyalistler dâhil bu ikilinin dışında kalanlar, koalisyonda olmasalar dahi, karar anı geldiğinde buraya eklemlenmek durumunda kalıyorlar vesaire. Karşı tarafı önce tarif etmek, akabinde de bu tarafın ne yapması gerektiğini belirlemek kadar büyük bir güç olabilir mi? Erdoğan’ın seçim akşamı yaptığı balkon konuşmasında muhalefete akıl öğretmesi boşuna değil. Zaten bunu pratikte yapıyor.

Küresel kapitalizm, emperyalizm ve büyük sermaye bu politik gücü kırabilir elbette. Bu, her ne kadar Türkiye solundan birçok muteber ismin ortaya koyduğu kadar kesin ve kaçınılmaz olmasa bile gayet de mümkün. Fakat siyaseti salt küresel ve yerel sermaye güçlerinin irade ve yönelimleri üzerinden okumak pek çok açıdan yanlış. Sonuç söylendiği gibi gerçekleşse bile, süreç farklı dinamiklerin çatışması üzerinden gerçekleşecek. Ve siyaset tam da bu süreç içerisinde olanlarla ilgili olacak. Sonuç üzerinden siyaset okuması yapmak çoğu zaman sürece katılamayacak olanların işidir. Takadı giderek azalan biz sosyalistlerin de durumu bunu akla getirmektedir.

* * *

Üstelik böyle bir anlayış meseleyi “Erdoğan’dan kurtulmak” seviyesinde okumaya yol açmakta ve Erdoğan’ı –dünyadaki birçok muadili gibi- ortaya çıkaran sebepleri dikkate almak konusunda sosyalistleri yetersiz bırakmaktadır. Zira bu “çılgını” yaratan tam da liberal demokrasinin krizidir. Sinan Birdal’ın Evrensel gazetesinde yayınlanan “Popülizmi anlamak” yazısında belirttiği gibi,

“…işler tam yolunda gitmese de ağırlaşan piyasa koşullarında hükümet seçmen refahını sağlayan bir unsur olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada esas kriz bireysel özgürlük ve çoğulculuğa dayanan liberal gelenekle halk egemenliği ve eşitliğe dayanan demokratik geleneği birleştirdiğini iddia eden liberal demokrasidedir. Seçimler siyasetin teknik ekonomik ve hukuki müzakere süreçlerine indirgenemeyeceğini göstermiştir.”

Erdoğan’ın Türkiye sağının geleneksel popülist demokrasi söylemine dört elle sarılması boşuna değil. Çoğunluğun ekonomik refah korkusunu ve politik temsilini aynı potada eriten bu popülist demokrasi anlayışı, kendisini bir müzakere ve uzlaşma formülasyonu olarak sunan liberal demokrasinin giderek yerini almaktadır. Troçki’nin, faşizmin Avrupa’da kendisini giderek konsolide ettiği yıllarda yaptığı belirlemeyi hatırlamakta fayda vardır: “Demokrasinin telleri yüksek voltajı kaldıramamaktadır. Ama zamanımızın voltajı da yüksektir.” Siyasal otoriterleşme sadece Türkiye’de, sadece AKP’nin özgün marifetiyle değil, giderek her yerde derinlik kazanmaktadır. Macaristan, Tayland gibi deneyimler Türkiye ile şaşırtıcı bazı benzerliklere sahip olmakla birlikte, kriz içerisindeki kapitalizmin Yunanistan ve hatta İtalya gibi merkez bir ülkede dâhi kısa bir süre önce yönetimi teknokrasiye teslim ettiğini unutmamak gerekir. Elbette farklılıklar mevcut, fakat benzerlikler de bir o kadar çarpıcı. Dolayısıyla içerisinden geçmekte olduğumuz zaman, liberal demokrasinin tellerinin dönemin voltajını kaldıramadığı, bu nedenle onun yerine daha kaba saba, muhafazakâr ve otoriter eğilimlerin ön plana çıktığı bir dönemdir. Erdoğan, yaşadığımız sürecin sebebi değil, sonucudur.

Erdoğan’ın, Anayasa mahkemesinin twitter kararını “milli” bulmamasını da bu minvalde anlamak gerekir. Kriz zamanlarında liberal hukuk teorisinin dışına bu tür operasyonel kavramlarla çıkılır. Erdoğan çevresi, çeşitli aşamalardaki yargı kararlarını “milli” olmamakla giderek daha fazla eleştirirse hiç şaşırmayın. AKP muhibi bir hâkimin vereceği bir kararın gerekçesinde bu yeni hukuki standarda rastlarsak da şaşırmayın.

AKP ve devlet bürokrasisi arasında açık savaşın başladığı andan itibaren –her iki tarafça da- hukukun doğrudan doğruya siyasal amaçlar doğrultusunda kullanıldığı hepimizin malûmu. Türkiye’nin liberal demokrasi tarihi bu tür doğrudan araçsallaştırmalarla doludur. Elbette liberalizmin tarafsız ve prosedürel hukuk doktrinine tamah edecek değiliz. Ama Türkiye’de hukuk ile siyaset arasındaki ilişkinin dolayımsız ve çoğu zaman gayet doğrudan olduğunu söylemek mümkün.

Fakat yine de Erdoğan ekibinin ortaya attığı “millilik” kriteri bu durumdaki ayrı bir aşamaya denk gelmektedir. Demokrasi algısı “milletin çoğunluğu” ile özdeşleştirildikçe, “millilik” hukuk anlayışı ve giderek işleyişinde de bir hukuki standart durumuna gelebilir. Bu, iktidar siyasetinin hukuka olay bazındaki müdahalelerinin ötesinde, bizzat hukukun üretimine içselleşmesi anlamına gelecektir. Süregelen otoriterleşme eğilimi açısından önemli bir eşiktir.

* * *

Bu otoriterleşme eğilimini kırabilmek, popülist otoriterliğin “popüler” kısmını oluşturan çoğunluk içerisinde çatlaklar ve giderek de yarıklar yaratmakla mümkündür. Bunu aklımıza mıh gibi işleyelim ve şapkadan tavşan çıkararak mucizeler yaratacağımızı düşünmeyelim.

Fakat elbette zamanımızın politik sorusunu da es geçmeyelim, üzerinden atlamayalım. Hiç kendimizi kandırmayalım: Siyasal demokrasinin kazanımlarını korumak ve bu kazanımları ilerletmek biz sosyalistlerin işi olacaktır. Bizi bu noktada diğer “demokratlardan” ayırt eden üç husus bâki kalmak üzere:

1-   Demokrasi mücadelesini sandığa endekslemeden, aktif halk mücadelelerini esas alacağız. İşimiz “sonuç itibariyle” demokratik kazanımları korumak değil, her daim kendini yenileyen talepler doğrultusunda halkın çeşitli kesimlerini mobilize ederek “süreç itibariyle” demokrasi mücadelesini örgütlemektir.

2-   Siyasal alandaki her türlü otoriterleşme eğiliminin karşısında, bunun politik düzeyde bir sınıf mücadelesi meselesi olduğunu unutmadan duracağız. Siyasal demokrasi perspektifimiz, egemenlerin siyasal güçlerinin geriletilmesine odaklanacak.

3-   Demokrasi mücadelesini sermayenin toplumsal alanlardan geriletilmesi doğrultusunda genişleteceğiz. Mevcut otoriter yönelimi geriletmek istiyorsak, başta Taşeron Cumhuriyeti olmak üzere, emek üzerindeki her türlü yasal ve toplumsal dayanaklı baskı rejimini hedef alacağız.

Bunlar elbette sosyalist bir siyasete genel düzeyde kılavuzluk edebilecek ilkeler. Bunlara yönelik taktik adımların nasıl atılacağı konusunda sosyalistlerin hepsinin aynı fikirde olması söz konusu olmayabilir.

Fakat siyasal alanda müdahil kalabilmek istiyorsak, en azından bazı somut siyasal ve toplumsal talepler çerçevesinde, sosyalistlerin de içinde olacağı ortak müdahale ve mücadele birliktelikleri örgütlemek kaçınılmaz görünüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giden süreç bunun için iyi bir fırsat olabilir. Herkesin kendi çukurundan –veya çukurunun genişletilmiş halinden- diğerlerini çağırmayı bıraktığı, sosyalistlerin ve toplumsal muhalefetin çeşitli aktörlerinin ortak aklını ve pratiğini oluşturmaya yönelik adımlar atılabilir, atılmalıdır.

Ya kendi kaderimize müdahil olacağız ya da tarihin bizleri ıskartaya çıkarmasına göz yumacağız. Önümüzdeki seçim artık bu noktaya gelmiştir.