Sosyalistler ve makbul sendikacılık – M. Görkem Doğan

Türkiye’de soldan yapılan sendikacılık eleştirilerinin bazılarında hâkim olan dışarıdan konuşma pozisyonunu garipsememek elde değil. Zira Türkiye, sendikal hareket içinde sosyalistlerin varlığının azımsanamayacağı bir ülkedir. Bunun birkaç nedeni vardır: Her şeyden önce, özellikle Avrupa’nın güneyinde her eğilimden sosyalistin sendikalarda etkin olduğu dönem, doksanlarda Sovyetler ve Doğu Bloğundaki gelişmelerden ötürü sona ererken, 12 Eylül sonrasına denk düşen bu dönemde sosyalistler sendika yönetimlerine -en üst düzeyler de dâhil olmak üzere- girebilmişlerdir. Üstelik Türkiye’de merkez sol olarak tarif edilen CHP’nin, PASOK ya da İngiliz İşçi partisi gibi reformist bir işçi partisi olmaması ya da Arjantin’deki Peronistler gibi emekçiler odaklı örgütlenme ağlarına sahip olmaması, sendikal harekete etki etmek açısından bahsi geçen ülkelere göre Türkiye’de sosyalistleri avantajlı kılmıştır.

Bu avantajdan yararlanılmadığını da iddia edemeyiz. Bırakın şube ve işyeri düzeylerini, örneğin nakliyatla ilgili işkollarındaki pek çok sendikaların genel merkez yönetimlerinde doksanların başından itibaren uzun süreler boyunca sosyalistler bulunmuştur.

Bu girişi bugün ülkemizde sendikal hareketin çok eleştirilen durumunda sorumluluğumuz olduğunu vurgulamak için yazıyorum. Doksanlar boyunca ve sonrasında yerel ya da ulusal düzeyde sendikal hareket içinde pozisyonu bulunan sosyalist solun tercih ettiği sendikal strateji ve taktikler, günümüzdeki sonucun ortaya çıkmasında asli olmasa da önemli nedenler arasında sayılmalıdır. Bu tespiti kendimizi kırbaçlamak için değil, sendikal harekette yeniden yapılanmanın maddi koşullarının oluştuğu bugünlerde de benzer hataların işlendiğini kanısında olduğum için vurgulama ihtiyacı duyuyorum.

***

Murat Özveri, yakın zaman önce yayınladığı bir yazısında sendikaları sınıflandırırken, açıklayıcılık bakımından çok kullanışlı bulduğum üçlü bir ayrım yapıyor. Bir yana sarı sendikaları koyuyor Özveri. Ben bundan devlet aygıtı ve işveren örgütlerinin dostu olan, kimi zaman gangster yöntemlerine başvurmaktan çekinmeyen ve özellikle kilit işkollarında sermaye devletinin istediği çalışma ilişkileri ikliminin hâkim olmasını sağlayan sendikaları anlıyorum. Bunların etkinliği sendikal hareket içinde azımsanamayacak bir orandadır.

Diğer bir kategori olan küçük sendikalar, bu statükoyu aşmaya çalışan yapılar olarak tarif ediliyor. Ben şahsen bu kategorinin tarifini farklı yapmayı tercih ederim. Kuşkusuz bazı küçük sendikalar özellikle örgütlenme alanında sendikal statükonun sınırlarını zorlamak noktasında daha girişken davranıyorlar. Fakat bu girişkenlik kendi başına bir şey ifade etmediği gibi, bu türden küçük ve girişken sendikaların kimi bazı önemli kusurlarını örtmeye de yetmiyor. Bu kusurların başında kanımca bu sendikaların bir siyasi çevrenin sendikal siyasetiyle iyice özdeşleşip, işçilerin iradesini bu çevrenin politik hedefleriyle ikame eden tarzları geliyor. Dolayısıyla bu türden sendikalar, var olan hâkimiyetleri sarsılmasın diye ve kuşkusuz sarı sendikalardan farklı tarzda “özgün” bürokratik mekanizmalar geliştiriyorlar. Fakat bu başka bir yazının konusu. Aynı sendika bürokrasilerinin dışında işçi çalışması yapan sosyalistlerin, Greif’te olduğu gibi hamaset bulutu dağıldıktan sonra pek hayırla yad edilemeyecek deneyimlerinin de ayrı bir yazının konusu olduğu gibi.

Bu yazının amacı açısından daha önemli olan kategori ise makbul sendikalar ya da sendikacılar. Bu ifadeyle sürekli sol söylemle konuşan ama pratiği bilinçli olarak çalışma ilişkileri statükosunu aşmayan sendikalar, daha doğrusu sendikacılar kastediliyor. Özellikle bu türden sendikacıların Türkiye’de pek çok kilit sendikal görevde bulunduğunun altını çizmek gerekir. Kimileri yıllarca yönettikleri sendikalarda sadece sosyalist jargonu bolca kullanmakla kalmadılar, sosyalistlerin yayın organlarında da bolca boy gösterdiler. Bir direniş ya da grevle ilişkilendiklerinde bu organlarda “star” muamelesi gördüler. Bu sendikacıların bazıları sosyalist olduklarını iddia ediyorlardı, kimilerinin sosyalist çevrelerle hakikaten değişik yoğunlukta ilişkileri vardı. CHP’li diyebileceğimiz sendikacıları da burada saymak gerekir, AKP döneminden itibaren bu versiyonun –az da olsa- sağ siyasal kökenle ilintili olanlarıyla da karşılaşır olduk.

Makbul sendikacılar, yukarıda değinildiği gibi, sosyalist basının saygın haber kaynakları, Marksist akademisyenlerin ve sendikalarda çalışan sosyalist uzmanların arkadaşları (tabii ikincilerin aynı zamanda işverenleri) ve kimi durumlarda sosyalist yapılanmaların maddi ve manevi destekçileridir. Sosyalist siyasetlerin daralması ve etkisizleşmesine paralel olarak, makbul sendikacılar sayesinde bu çevrelerin sendikal alanda sahip olduğu etki de orantısız bir biçimde arttı. Sosyalistler açısından bir sendikacının makbul sayılması için gereken eşik de bir hayli düştü. Söylem düzeyinde bir kapitalizm karşıtlığı, bu yönde yapılmış bir iki kampanya (bu kampanyaların kamuoyundaki etkinliğine bile bakmıyoruz artık, yeter ki panellerde konuşmacı olalım) yetip artıyor bile. Bu arada sendikal hareket zayıflamaya dolayısıyla çürümeye devam ediyor. Aktif olarak karşı çıkmadığınız bu sürecin suç ortakları haline geliyoruz.

Sendikal siyasette çizgiler bile net değil artık. Oysa doksanlarda sosyalist eğilimlerin sendikal hatları bilinirdi. Bunlar sadece birini ötekinden ayırt etmek için ortaya atılan boş laflar mıydı, yoksa sosyalizm tarihinden süzülerek gelen ve günümüzde ülkemizdeki çalışma ilişkileri düzeninin temel sorunlarına çözüm olacağını düşündüğümüz ilkeler miydi? Bu sorunun yanıtını artık umursuyor muyuz? Bunların hiçbirinden emin değilim. Örneğin işyeri komite ve konseyleri fikrini savunuyorsanız, sendikal örgütlenmeyi -tıpkı Soma’da yapıldığı gibi- bu ilkeye göre gerçekleştirirsiniz. Yok savunmuyorsanız, bunu kamuoyuna ifade edersiniz. Ama bu kavramı lafa gelince sahiplenip, fiili örgütlenmede yanından bile geçmiyorsanız –hatta daha da ötesi, bu komiteleri oluşturmaya çalışanlarla uğraşıyorsanız- ancak makbul sendikacı olursunuz. O da en iyi ihtimalle.

Lafı uzatmaya gerek yok: Sosyalistler, “sendikal organlara bizim çevreden insanları seçin, biz de sendikal hareketi şahlandıralım” diye karikatürize edilebilecek taktiği doksanların başından beri kullanıyorlar. Bunu kullanmaya başlayan her çevre tarihi kendisi ile başlattığından “arkadaşlar yönetimlere daha yeni geldi, bakın birkaç seneye ne olacak” demekte beis görmüyorlar. Fakat artık bu tavır hakikaten karikatür haline geldi. Sendikal siyasete dair ilke ve stratejiniz neyse bunu bilinir kılıp, bunlar doğrultusunda sendikal örgütlenme çalışmalarına katkıda bulunmak; bundan başka yapılacak bir şey yok. Bir süredir Umut-Sen fikrinin etrafında yapılmaya çalışılan da bundan ibarettir.

Üzülerek görüyoruz ki makbul sendikacı olmak, sosyalistler açısından giderek İonesco’nun “Gergedanlar” oyunundaki gibi bir dönüşüm süreci ifade eder hale geliyor. “Gergedanlar” Romanya’da faşizmin yerleşik hale gelmesinin bir alegorisidir. Bir kasabaya gergedanlar gelir herkes onlar hakkında tartışmaya başlar ama kimse bir önlem almaz. Kasaba halkı giderek gergedanlaşmaya başlar. Sonunda bir kişi hariç herkes gergedan olur; o da asla insan olmaktan vazgeçmeyeceğini haykırır.

Durum an itibariyle elbette bu kadar vahim değildir. Fakat böyle giderse sosyalistler ya küçük aygıt sendikalarının büyük bürokratları olacaklar ya da sendikal bürokrasinin makbul sendikacıları. Böyle bir sürece teslim olmaya ve teslim olanlara karşı mücadele kısa sürede gündemimizin önemli bir unsuru haline gelmek zorunda. Zira makbul sendikacıları biraz da biz sosyalistler yarattık.