Ölüm yok; Yaşam yok. Sahiden, İktidar Her Yerde[*] – Oğuzhan Ali

Ölümün ağırlığını hafifletmenin bedeli hiçbir zaman bu çağdaki kadar büyük olmamıştı. Ölümün ve ölümle yüzleşmeye neden olacak savaşın estetikleşmesi, bugünün libidinal ekonomisi altında etrafı vahşetle, savaşla ve ölümle sarılı, yavaş yavaş ölmeye mahkûm bir sömürülenler toplumu yarattı. Ahlakı politikadan koparan doktrin, yalın hayatı ‘Olağanüstü Hal Devleti’nin [1] çıkarı için sakatlanmış bir bireyleşme ortaya çıkarırken, otorite ruhumuzu içgüdülerimiz nevrozlar olarak çelişmeden önce iktidarsızlaştırdı. En azından Ortaçağ’da dövüşen bir samuray dövüşebilme ve düşman ile savaşırken bir bireysel-bedensel içgüdü ile öfkelenebilme hakkına sahipti. Bugünün profesyonel ordularında askerler intihar etmemek için milyar dolarlık bilimsel ar-ge yatırımlarına ihtiyaç duyuyor. [2]

Departmanlaşmış iş bölümünde, emeği satarak yaşamaya mahkûm olunan hücrelerde pratik yaşama bilgisini unutmak ve bireysel bedenden duyulacak hazzın, sezgilerden öğrenilecek bilginin yok edilmesi sembolik bir takasla mümkün: Köle, efendiye ani ve acılı bir ölüm riskinden kaçınmak için biat eder; bu iktidarsızlıktan keyif almak, efendinin sembolik düzeninde erki sembolize ederek haz almak zorunda kalır. [3] Ve böylece dövüşebilme ve öfkelenebilme hakkını kaybetmiş sömürülenler, efendilerin konforlu hayatlarını, bir Hollywood filminde James Bond gibi mutlak iktidar kahramanlarının dövüştüğü ve kazandığı sahneden aldığı tatmin ile izler.

Çağdaş medyanın sorunu bizi gerçek yerine kurgu ile aldanmaya ikna etmesi değil, bilakis, sembolik kurgu için gerekli olan alanı muhafaza eden boşluğu bombalayan hipergerçekçi karakterindedir.” [4] Artık dövüşmeyi ve öfkelenmeyi, erkin baskısını, iyiliğini ve kötülüğünü bu öfkelenmeden tanıyacak olan özne, hiçbir insani sezgi ile bu öğrenim sürecini yaşayamaz. Böylece saf kurgusal kavramları olduğu gibi kaydeder. Çağımız bireyi, emeğini satmaya mahkûm olduğu işin monoton bedensel hareketinin veya aklı, bilişselliğin şemalarına indirgemiş bir aptallaşmış zihin ile birlikte bildiği ‘iş tekniği’ dışında diğer bütün yaşama pratiğini unutmuştur. Şeylerle teknik ilişkimizi yitirdiğimizde, şeyleri düşünme yeteneğimizi kaybederiz. [5] Böylece birey sokakta karşılaştığı en ufak tehditte (şüpheli duran bir poşet, canı malı tehdit eden diğer bireyler vs. ) polise ya da devletin kolluk kuvvetlerine başvurur. Şiddet ve vahşetle karşılaştığı bir anda, doğa ile pratik ilişkisi tamamen kopmuş bir kentlinin doğa karşısında duyduğu hayranlığa benzer bir yüce hissi ile kısa devre yapar. Devlet ve yüce olduğu hissedilen şiddet tekeli düşünülemez bir şeye dönüşür. Devlet düşünülemez; sadece sembolik düzenin olaylarını aktaran çağdaş medyanın resmi düşüncesi vardır.

Önceki gün Çağlayan Adliyesi’ndeki silahlı eylemi medyadaki sembolik düzenin yorumuyla ‘tekil’, ‘istisnai’ ve ‘olağanüstü’ bir olay olarak gördük. Hepsi de son tahlilde eylemcileri terörist, öteki, (bunun içerisine bütün kötü imgeler, kelimeler konulabilir; Yahudi, paralel, dış mihraklar, bize benzeyen yabancılar) aslında gözüktüğü gibi olmayan, başka şeytani güçlerin bir komplosu olarak, bir tehdit olarak yansıttı. Tehdit başarılı bir operasyonla bertaraf edilmiş oldu.

Devletin medyanın sansürü aslında onun toplum karşıtı ve şiddet dolu yüzünü bastırmak için bir araçtan çok hayatın bu alt yüzünü ortaya çıkarmak için bir tekniktir (Dolayısıyla bu hem eylemcileri hem de savcıyı katletmesini sağlar). Zizek’in tabiri ile ‘aptalca ilk izlenim’. Berkin’in ölümünün öfkesini duyan, öç almak isteyen iki genç adam (kurban onlardır, kardeşleri Berkin ölmüştür) ve rehin alınmış bir savcı – efendi (yetkileri, emri ile öldürebilme ve cinayeti aklama kuvvetine sahip olarak) görürüz. İkinci yorumlamada egemenlerin hegemonyası şöyle gösterir: “Terörist eylemciler, dünyadaki bütün tehlikeli ve şeytani güçlerin desteklediği iki kişi. Az olduklarına ve bize benzediklerine bakılmasın. Şeytan her zaman aldatıcıdır. Onlar paralel yapı, CHP vs. Dolayısıyla hedef göstermenin devlet çıkarına olduğu herkestir” (Ve kurban tersine döner, artık savcı-efendidir kurban olan. Savcı hem masumdur hem de bu toplumun çürümüşlüğü, çocukların katliamı ile suçludur).

Burada Hegelci diyalektiğin üç aşamalı hareketi ile birlikte ikinci yorumun hatalarının aşılarak ilk görünenin doğru olduğu ortaya çıkacak üçüncü uğrağa gelinir. Üçüncü yorum (görünenin nesnelliği), eylemciler bizden biridir, bir öteki değildir. Bizim gibi toplumsal olanla kendilik arasında iç çelişkiler içerisinde, acı çeken, öfkelenendir. Olumsuzlanan iki ucu koruyarak bütünlükte pozitif hale gelen, artık mutlak ekonominin yönettiği iş bölümü, bürokratik bir piyasa hiyerarşisi topluma öyle içselleşmiştir ki, kurban olmayan hiç kimse kalmamış gibidir. Artık efendi de rahatlıkla kurban olduğunu söyleyebilir. [6] Burada asıl teröristin bu mutlak ekonomi (ve tabi ki onun avatarı olan devlet ve aygıtları) olduğunu görürüz. Fakat bir bütünlük olarak mutlak ekonomi düzeni, siyaseti kurabilecek, mücadele edilebilecek bir şey değildir, çünkü tek başına temsil edilemez. [7] Teorinin cisimleştirecek nesneler yaratması gerekir. (Sendika düşmanı şirket ile, emekçi düşmanı siyasi parti ile mücadele edilebilir ve kitlelere düşmana göre ideolojik güdülemelerde bulunulabilir ancak iktidarın ve libidinal ekonominin her yere sızdığı bir yoklukla mücadele edemezsiniz. O hem her yerdedir, hem hiç bir yerdedir).

Dünyada Marksist sosyalist programın [8] yokluğunda, özgürleşme ve sömürüsüz bir toplum için dövüşülecek nesneler kolayca yanlış nesneler olabiliyor. Ve yanlış nesneye duyulan nefret, kişiyi kolayca o öfke duyulan nesneye benzetebiliyor. Fakat biçim her zaman öze dair bir şeyler taşır. Özgürlük için dövüşmek, ölmek sadece biçimde bile olsa, özgürlüğün gerçekleşmesine dair bir olasılık barındırır (liberalizmin özgürlük yanılgısı yaratırken yaptığı gibi). Şu görülebilir ki, bir İŞİD’çi için olduğu gibi bir radikal köktenci ya da gerici grubun ideolojik uzayında da özgürlük, uğruna ölünen, adil bir evrensel insan kimliği için değildir. Tam da buna tepki olarak ölünür burada.

Bir dilenciden nefret eden mülkiyet sahibi bununla iki şekilde yüzleşir: Ya dilenci yüceltilerek, gerçekliğin dışına, dış dünyaya atılır ya da bir nefretin öç alma hazzını sağlayacak rasyonalizasyon ile ahlaki dünyada küçültülerek tatmin olunur. Bu eylemi herhangi bir terör eylemi ile aynı kefeye koyan ve kolayca değersizleştiren de yapmacık bir yüceltmeyle romantikleştiren de bir alçaktır.

Evrensel yanlışlık gibi soyut bir kavramın ışığında her türlü somut sorumluluk da silinir [9]. Bugün şiddeti evrensel bir yanlış olarak savunan her bir kişi ruhlarına işlemiş otoritenin şiddet tekelliğini, topluma karşı şiddet uygulamasını paradoksal şekilde onaylar.

Bütün ütopik anlatılar, ölümün estetikleştirilmesi, ölümün boşa olmadığının bildirmesi ile gerçekleşebilir [10]. Bugün, ulaşılamayacak hazlara duyulan arzu yavaş yavaş ölmektir, bütün güdülerimizi kötürüm bırakmış bu normallik bir ölümdür. Bu iki genç adamın eylemlerinin yaptığı en güçlü şey, bize bunu hatırlatmaktır. Acılarını hatırlayarak fakat onları kahramanlaştırmadan, Walter Benjamin’in hassasiyetiyle, geçmişin egemenlerinin tarihlerini değil, kaybedenlerinin acılarını dindirecek bir ütopyayı, yeni bir sosyalist programın araçlarını ve zeminlerini yaratabildiğimiz oranda, ölen savcının acısını da paylaşma olanağını (uzlaşmacı bir revizyonizme sapmadan) yaratabiliriz.

 

[*] “Ölüm yok; yaşam yok. Sahiden, gökler bulutsuz/ Ve nehrin suları berrak” – Toshimoto, Taiheiki, 14. y.y. Bushido, Japonya’da Zen Budizmi ve Şinto dinlerinden etkilenmiş, samuray savaşçılarının ideolojisidir. Savaşçının yolu ölümdür. Vahşet, erdem ve dinginlikle gizlenmelidir. İş bölümüyle beraber savaşma kabiliyeti kolektifin tüm üyelerinde bulunmayı bıraktığı anda, ideolojinin yeni bir anlamı doğar: Bu iş bölümlerine göre oluşan sınıflara, kolektifin çıkarının kendi çıkarlarına olup olmadığının sorgulanmasını yasaklama işlemidir. Bushido kolektifin (bildiğimiz gibi kolektif her zaman tek bir şey ile temsil edilir: Yöneten sınıf), iş bölümü olarak ayrılmış bir alt sınıfını mutlak otoritesi altına sokmasına dair mükemmel bir örnektir. Samuray Toshimoto’nun yukarıdaki şiiri, görev ve hizmet edilen kolektif uğruna göz kırpmadan ölmek üzere yetişmiş bir savaşçı sınıfının ölmeden kısa süre önce yazdığı ölüm şiiridir (jisei).

[1] Homo Sacer, Giorgio Agamben, Stanford UP, 1998, s. 107

[2] http://www.darpa.mil/workarea/downloadasset.aspx?id=2147487546

[3] Symbolic Exchange and Death, Jean Baudrillard ,1997, s. 40)

[4] The Metastates of Enjoyment: Six Essats on Women and Causality, Slavoj Zizek, s.76.

[5] Saint Genet, Jean-Paul Sartre, New York: Braziller, 1963, s. 266.

[6] En başta burjuvazinin en büyük erdemlerinden feragat kavramını, sonra da Akpnin Faiz Lobisinin, asıl düşmanın o olduğunun, CHPye bunu görüp kendisi ile işbirliği yapması gerektiğinin çağrısını hatırlayalım. Bence AKP’nin iktidarı boyunca en samimi olduğu andı bu an. Liberalizm’in temel argümanlarından biri savaşın artık ticarette kaybolduğu ve bunun en azından efendi-köle arasındaki kan döken, şiddet uygulayan tarafları için hayırlı olduğudur. Hegel’in de tarihin sonu tartışmalarındaki yanılmasını andırabilir. Liberalizm şiddeti ve savaşı bitirmediği gibi, onu besler; sadece bunun üstünü örtmeyi başarmıştır. Buradaki postmodern tuzağa düşmemek gerekir. “Sefalet sürüyor. Görüldü ki / İmkansız onu yok etmek. / O zaman üstü örtülüyor”

[7] Siyasal Bilinçdışı, Fredric Jameson, Ayrıntı, 2011, s.49.

[8] Efendi-köle diyalektiğini sonlandıracak – en azından bizim tanıdığımız biçimiyle proleterya diktatörlüğü (ismi bugün kötü bir şöhret çağırsa da kolektif bir praksis imkanı olarak algılanmalı) hâlâ ilk keşfedildiği gün kadar günceldir. Proleter, sömürülen sadece kendi bencil çıkarları için savaşmaz artık, bütün bir toplumu özgürleştirecek, zıt kutuptaki sınıfın maddi çıkarları ile sıkıştığı bir yoksunluklar dünyasında, efendilerin de yabancılaşmış varlığını özgürleştirmek için de savaşır. Savcı-eylemci arasındaki diyalektiği hatırlayalım. İkisi diyalektiğin hareketinde hem suçlu hem de masumdur. Mutlak ekonomi yok edilmesi, aşılması gerekendir. Yeni bir praksis ihtiyacı ve bir sosyalist programın varlığı hiç olmadığı kadar acildir.Yoksa Luksemburg’un ünlü iki seçeneğinden barbarlığı,sosyalizmin gelmediği her geçen gün daha da içselleştirerek yaşamaya devam edeceğiz.

[9] Minima Moralia, Theodor W. Adorno, Metis, 2012 s. 27

[10] Something is Missing: A Discussion between Ernst Bloch and Theodor W. Adorno on The Contradictions of Utopian Longing s. 8