IŞILDAYAN YUMRUKLAR.. HAKİKAT YARATAN EZELİ HUZURSUZLAR..

Ölüm üzerine konuşma, direnme ve direnişin doğada, doğa ile var olması, “doğaya insani bir çehre verme mücadelesi” ve insanın; doğanın, tarihin bir uzantısı olduğunu hatırlatma eylemleri üzerine düşünmektir. Burada özgürlük fikri ve ondan türeyen duygularla kuşanılan devrimciliğin sonsuzlukla bağının kurulduğu, faniliğin naçar kaldığı bir düzleme dair düşünüyor ya da konuşuyor buluruz kendimizi. Elbet çok derin tarihsel hakikat birikimlerinden destanlaşmış, simgeleşmiş kişiliklerden, önderlerden geçiyor bahsimiz. Işığa yürüyenlerin kalplerinden damlayandan… Zihinlerini yaşam ve ölümlerine yansıtma eylem ve erdemlerinden.. Ağır miraslardan.. Ateşten, kurşundan, sözden, hikayelerden dizilen manifestolardan, zamanı alt eden bedenlerin kör eden bildirilerinden ve “kural olarak” genç olandan, her devrin gencinden bahsimiz.. Yine elbette bencilliğin, çıkarcılığın, ‘banane’ciliğin, hazcılığın, konformizmin mana evreninde hiçbir yeri olmasını istemediğimiz, incitilmesine asla müsaade etmeyeceğimiz adları, hep huzursuz edici bir sarsıntıyla hatırlayacağımız olaylardan geçirerek yeniden yaratacağız hep birlikte. Onların her birinin adlarını yüksek sesle tekrarlamak devletin kalbine bir kurşundur her daim.. Bu yazı bir bilanço değil cüretin saflarından bir kesittir sırasız. Dava için aşkla devrimle kuşanarak her şeylerinden vazgeçenlerin erdemli hakikati halkın en büyük silahıdır egemenler karşısında..

Gözaltı, işkence, cezaevi ışığın kapatılması içindi.. Gece için ateşböceği, gün için güneş oldu bedenleri, yürekleri, zihinleri devrimcilerin..

Hangi ırmağından akarsa aksın devrim önderleri tüm halka aittirler ailelerine değil, içinde oldukları çizgilere değil. Aralarında tasnif yapan her yaklaşım devrimci etikle bağdaşmaz. “Kendi şehidimiz” “geleneğimizin”, “hareketimizin”, “örgütümüzün” şehidi yoktur. Ölen halka mal olan, ait olandır. Her birini ayrımsız sahiplenmektir devrimciliğin esası, çizgisi, saygısı, sevgisi..

Mustafa Suphi’ler boğduruldu, Denizler asıldı, Mahirler kurşuna dizildi, İbrahim işkencede paramparça edildi. Geçmişe ve geleceğe doğru yürüyen tarihimiz sömürüye, faşizme, emperyalizme emekçi ve ezilen halkların isyanını sırtlanan onur ve övünç hikâyelerimizle dolu. Erdal Eren, Necdet Adalı, Hıdır Aslan, İlyas Has, Seyit Konuk ve idam edilmiş olan devrimcilerden mi başlasak? Ahmet Karlangıç, Behçet Dinlerer, Zeynel Abidin Ceylan’lar gibi işkencelerde katledilenlerden mi? Cuntaya karşı silah elde savaşırken düşen Mustafa Özenç, Veli Eskili, Necdet Erdoğan Bozkurt, Zekeriya Aydemir’lerden mi başlasak..

Kadının devrimci var oluşunun ilk simgelerinden Mine Bademci’den mi? Ya da 84’te bedenlerini açlığa yatıran hücre hücre yanan Metris’in Kızıl Karanfilleri Apo, Fatih, Hasan, Haydar’ın faşizmin zulmünü darmadağın eden ölümsüzleşme iradelerinin nesnelliğin bilgisini hepimize ulaştırmak gibi bir anlamı yok mu? Diyarbakır zindanındaki işkencenin vahşeti bedenlerini meşaleye dönüştürerek tutuşturan “Dörtlerin Gecesi”nin devrimcileri Ferhat Kurtay, Eşref Anyık, Mahmut Zengin, Necmi Öner’in eylemi Kürt Halkının bütün tarihinin isyan zılgıtı değil miydi?

Diyarbakır Cezaevi’nde Temmuz 82’de başlatılan ölüm orucu 9 Eylül günü Kemal Pir, 12 Eylül’de M. Hayri Durmuş, 15 Eylül’de Akif Yılmaz ve 17 Eylül’de Ali Çiçek ölümleriye faşizmin vahşetini ve bir halkın varlığını göstermemiş mi oldular? PKK’li tutsaklar Diyarbakır hapishanesinde 1984’te bir ölüm orucu direnişi daha gerçekleştirdiler. Bu eylemde de mart ayı içinde Cemal Arat ve Orhan Keskin öldüler.

Yine 84 Mart’ında Diyarbakır hapishanesinde ölüm orucu direnişinde Mart ayı içinde hayatlarını kaybeden Cemal Arat ve Orhan Keskin’in bu devrimci pratikleri “Halkların Kardeşliği” sloganının en somut en açık ifadesi değil de nedir?

Mazlum Doğan, Mahsum Korkmaz’dan değil de kimden öğreneceğiz ihtiyatın terkedilmesi ve bir halkın yeni baştan yaratılmasının karar anlarının en hakiki hayat bilgisini?

Amasya Cezaevinde 85’te intihar eden devrimci, şair Kenan Özcan şiirinde “…bu dünyanın ne ödü bokuna karışmış, nice hergele sevda yüklü bu kervana hangi yürekle katılmış?” diye soruyordu. O sorudaki hakikat mücadelenin en sahici nesnelliğine denk düşmüyor mu halen?

Zulme ve ihanete bedeni, yüreği dayanmayan büyük Başkan Fikri Sönmez’de mi sussak?

Malatya dağlarında faşizme karşı mücadelede sığınakta kazayla hayatını kaybeden ve mezarı halen bulunmayan Erdinç Coşkun’la ilgili söze nasıl başlanır ve ardı getirilir?

İdamından sonra bedeni ailesinden esirgenen, ölümünden 35 yıl sonra Malatya Hekimhan’da anıt mezarı yapılan Veysel Güney’den mi bahsetsek? Ve onun şahsında mezarları bilinmeyen tüm devrimci yoldaşlarımız üzerine düşünelim isterseniz. Düşünelim ki uluslararası alanda hayatlarını kaybetmiş devrimcilerden sıkça bahseden posterlerini duvarlarına asan, sözlerini alıntılayan ancak bizim “gözü kara çocukların adlarını, hikayelerini ağızlarına almayan bir tür solculuk biçimindeki riyakarlık insan içine çıkmasın. Latin dağlarında dolaşan romantizm ile Türkiye ve Kürdistan dağları ve şehirlerinde dolaşan romantizm de devrimciliktir, aynıdır, eşdeğerdir..

84’lerden bugüne ülke ve özgürlük onuruna Kürdistan’ın her bir parçasında, her bir karışından gün gün yeniden üretilen her biri ayrı dersler, hikâyeler yüklü Çağdaş Demirci Kava’lardan, Arin Mirkan’lardan mı başlasak?

Seksenlerin sonuna doğru işkencecilerin, cuntacıların ölümlerini muştulayan cüretin taşıyıcısı eylemlerin yükünü sırtlanan devrimci sol çizginin, yeni çözümün devrimcilerinden söz etmeden Türkiye Devrimi Tarihi nasıl anlatılabilir?

İzmir’de çatışmada öldürülen insanın fırtınası Recep Demir’den söz etmeyen bir yolculuk hikayesi olabilir mi? Ya da faşizmin karabasanını ülke ve dünyaya İHD’yi kurarak duyuran Emil Galip Sandalcı, Didar Şensoy’lardan ve tabii ki cezaevi kapılarında her türlü aşağılanmaya ve işkenceye rağmen kendi yaşadıkları üzerine cümle bile kurmadan evlatlarının sesini cümle aleme duyuran annelerimizden mi?

89 yılının 1 Mayıs’ında taş, sopa, yürek direnirken öldürülen Mehmet Akif Dalcı’dan mı başlasak? Cihangir direnişçileri Gülay Arıcı ve Alper Ersoy’dan mı? Baba Erdoğan’lar, Sinan Kukul, Niyazi Aydın, Cavit Özkaya, Sabahat Karataş, Bedri Yağan’dan mı? Ferit, Hasan, Erdoğan Eliuygun kardeşlerin her biri ayrı bildirge olan serüvenlerinden mi? Konuşalım uzun uzun..

İşkencede destanlaşıp çıkarıldığı Emniyet Basın Masası’nı tekmeyle dağıtan ve o gece işkencede öldürülen sevgili Remzi Basalak’tan mı? “Yıkıntılar Altında”nın devrimci şairi Soysal Ekinci’den mi?

Doksanların faşist karanlığını her bir gününe bir direnç gülü ekerek dağıtan devrimcilik pratiklerinden mi başlasak? Devletin faili meçhul cinayetlerinin ilk hedeflerinden olan Vedat Aydın’ın Amed ve bütün Kürt Halkı için tek başına nasıl bir cesaret abidesi olduğunu mu atlasak tek bir noktasını atlamadan özümseye özümseye..

Ulucanlar, Buca, Ümraniye, Bayrampaşa, Çanakkale cezaevi direnişlerinde katledilen her bir devrimcinin resmine, hayatına, davasına tutkunluğuna bakıp her biri dünyanın en güzel şiiri, her biri en iyi biyografisi olan göze tırmık hayatları yeniden düşünerek AKP’yi, Saray’ı, faşizmi, emperyalizmi, direnişi, devrimciliği düşünsek. Devrimciliğin her bir çizgisini, ekolunu, akımını, damarını bu gözlerle yan yana ve birleşik olarak düşünsek usanmadan, sabırla..

Devlet güçlerinin devrimcileri yok etme politikalarının bir sonucu olarak 21 Eylül 1995 tarihinde özel giysili, kalkanlı, silahlı timler Buca Cezaevi’nde devrimci tutsaklara saldırdı. Koğuşlara önce gaz bombaları attılar, ardından kalaslar, demir çubuklar ve coplarla devrimcileri katletmeye başladılar.

Katliamda Turan KILINÇ, Yusuf BAĞ ve Uğur SARIASLAN vahşice dövülerek öldürüldü, onlarca tutsak ağır yaralandı.

IV.

Barikat zorlanıyor

Kesiyorlar kapıyı

Tavan delik

Bombalar atılıyor

Göz yaşartıcılar

Ses bombaları

Sis bombaları

Sarı

Mavi

Yeşil

Kırmızı

Duvarda Mahir’in resmi

Dumanların arasından gülümsüyor gözleri

“Dayan yoldaş, yeneceğiz faşizmi!..”

(21 Eylül 1995 Buca Hapishane Direnişi’ne dair, Buca’da yazılan bir şiirden bir bölüm)

Eyüp Kapalı Spor Salonunda Alibeyköy’e bir devrimcinin cenazesini anmaya giderken birlikte gözaltına alındığı 1200 insanın gözleri önünde katledilen devrimci gazeteci Metin Göktepe ile geçtiğimiz Newroz’da Amed alanında toplanmış yüzbinlerin gözü önünde öldürülen devrimci üniversite öğrencisi Kemal Kurkut’u katledenlerin aynı devlet çizgisi olmadığını iddia edebilir miyiz?

Öldürüle, katledile var oldu devrimciler onlarca kuşak. Devletin en gerçek hali, en öz niteliği budur. Ve mücadelemiz için baş düşmandır. Egemenlerin düzen yönetme politikalarının uzantısı olan ulusalcı ya da liberal eğilimlerden beslenen sol binalar, devrimci solun tasfiyesi için teorisizmin bütün marifetlerini kullansalar da. Bu ölüm-yaşam çizgisinin bedel birikimi karşısında bocalayıp kalıyorlar. Yüzlerini buruştursalar da vazgeçmiyorlar ısrarla. Mahir’in yazdıklarına “acemi şablonlar”, İbrahim’in “Mao’dan copy-paste’ler” Deniz’in devrimciliğini ulusalcılığa aşırmaya çalışan tespitleriyle küçümseyen, aşağılayan bilmişler, Nuriye ve Semih’in direnişini, kolu cezaevi katliamına direniş esnasında devletçe kopartılıp köpeklere atılan Veli Saçılık’ın direnme ısrarını akıl dışı- gerçek dışı olarak yaftalayabiliyorlar. Ya da bu tarih dışı bir eğilimmiş gibi. Ya da böylesi öncü direnişler “toplum direnme eğilimleri bu kadar geri çekili durumdayken cesaretten çok korkuyu büyütüyor” gibi zavallı yorumlara varabiliyor.

Ölüm oruçlarında kaybettiğimiz devrimcilerin ölüm-yaşam iradesini, kararlılığını “yanlış-doğru” ikiliğinin çoğu kez bayağılaşan yargıçlığından çıkartıp, eylemin muhtevasını, bu coğrafyanın yüklendiği tarihin en eskisine, doğanının en derinine giden bağları üzerinden ele alan devrimci muhakeme imkânlarıyla direniş ilmi içinde düşünsek hep birlikte..

Aygün Uğur, A. Berdan Kerimgiller, İlginç Özkeskin, Hüseyin Demircioğlu, Ali Ayata, Müjdat Yanat, A. İdil Erkmen, Tahsin Yılmaz, Yemliha Kaya, Hicabi Küçük, Osman Akgün, Hayati Can… 1996 Ölüm Orucu’nda kaybettiklerimizdir. Ve ölüm oruçlarında ölen ilk kadın devrimci olan Ayçe İdil Erkmen için ölümünden sonra bestelenen ‘İdilcan çiçek olmuş’u dinleyince onun üniversite yıllarından sanat çalışmalarına oradan cezaevine taşıyan devrimci yaşam tercihini kavramak, hissetmek ve görevler çıkarmak mümkün değil mi hepimiz için?

19 Aralık 2000’de o yılın Ekim ayında F-Tiplerine geçişe karşı başlatılan Ölüm Orucu eylemine karşı devlet aşağılık bir akılla “Hayata Dönüş” adını verdiği bir katliam başlattı. Ve katliamı bütün halka naklen izletti. Murat Özdemir ve Ali İhsan Özkan’ın adındaki devrimcilerin bedenlerini tutuşturarak yoldaşlarını ölümünü engellemeye çalışması yetmedi 30 devrimcinin katledildi, yüzlercesi yaralandı. Bu katliam emrini veren Ecevit ve Hikmet Sami Türk’tü. Partilerinin adında hem demokratik hem de sol kelimesi vardı. Ancak yılmadılar asla direniş kesilmedi hiçbir zaman. Devrimciler şahsında tüm halkın kapatılması anlamına gelen F-Tipi cezaevlerine zorla nakillerin ardından direnişler dalga dalga yayıldı, içeride dışarıda ve o direnişlerde 122 devrimci hayatını kaybetti. Mücadele bitmedi. Dışarıda süren direnişlerle F-Tiplerinde devrimci tutsakların birbirleriyle görüşmesi engeli kırıldı, direnişle üç kapı üç kilit açıldı. Direnen var içeride dışarı da onurla .. Devrimcileri teslim almak için inşa edilen mezar hücrelerde 30 yılı aşkın sürelerdir kalan devrimciler var. Nerdeyse on beş yılını tek kişilik hücrelerde geçiren yüzlerce devrimci tutsaklar var. Bu ülkenin İslamcıları, faşistleri yani ülkeyi her daim yöneten alçaklar, sahtekarlıklardan sahtekarca üç beş ay cezaevi yatıp bunu mağduriyet olarak pazarlayıp siyasal kariyer edinebiliyorlar. Oysa komünist, sosyalist devrimciler bu coğrafyada yüz yıldır katlediliyor, işkence görüyoruz ve cezaevindeler kesintisiz bir biçimde üstelik. Bu satırları okuyanlar mutlaka onlara yazın. Şiir, kitap, mektup, fotoğraf, çiçekler gönderelim.. Onlardan, devrimci tutsaklardan öğrenelim her şeyin hakikatini.. İçerideler dışarıyı iyi kavrayamazlar bilmişliğine aldırmadan.

Sibel Yalçın’dan Sıla Abalay’a, Kırmızı Fularlı Kız Ayşe Deniz Karacagil’e uzanan aydınlığa kanat çırpan devrimin kelebeklerinin öykülerinin her birini ayrı bir bildirge olarak düşünsek. Ya da Suruç’u, 10 Ekim Ankara’yı…

Biliyoruz, “halkın da yaraları var” kimseye bahsetmediği ancak görülsün istediği. Biliyoruz, tarihin bir anına dek hikâyelerimiz bize, içimize ait. Ama şunu da biliyoruz ki halk kendi geleceğinde devrimi ve devrimcileri de kuşanıp onlarla iyileştirecek kendi dinmeyen yarasını.. Halkına olan sevgisini, kanlarını mürekkep parmaklarını fırça kılıp kentlerin, kırların köşelerine not düşen devrimciliği bilecek ve anlayacak. Eğilip bükülmeyecek hayatlar, düşünceye ateş katan, erdemi tekrar tekrar kendini sorgulamaya iten uğraklar gelecek.. O büyük günler ne zaman gelirse gelsin, geçmiş ve şuanla ilgiliyiz şimdi. Yarınlar adına boyun eğmeyen bir hakikati edimselleştiriyor her bir genç kadın, erkek devrimcinin hikayesi hâlâ..

Otonom Marksist kurama dalıp Rojava Devrimi’nde bunun olanağını ararken ölümsüzlük mertebesine ulaşan bir komünist devrimci Suphi Nejat ya da ağırlığı Kurtuluş geleneğinin genç neslinden oluşan Türkiye devrimci hareketinin son yıllardaki önemli bir çizgi inşası çabasını fikren ve pratik olarak hayatlarıyla ortaya koyan Aziz Güler, Eylem Ataş, Asiye Özlahlan, Özge Bali, Yusufbaş Akay, Muzaffer Kandemir, Mahir Arpaçay, Bedrettin Akdeniz, İbrahim Tufan Eroğluer ve bu çizgiyi yaratmaya önderlik ederken ölümsüzleşen Ulaş Bayraktaroğlu.. Ne yazsak söylesek yetmez bu iradeyi tanımlamaya… Kurtuluş geleneği için artık Ulaş Bayraktaroğlu ve arkadaşlarından öncesi ve sonrası diye bir tarih var. Eylemler çok sonraları gerçek anlamlarına kavuşur. Eylemin yazgısı ya da gerçekleşmesi denen şey olup bittiği an değil gelecekteki bir zamandır. Zaman denen şeyin içini hep başka eylemler doldurur ve hep birbirine atıf yaparak birinin mesajını diğerine ileterek… Ulaş’la Mahir’in sarılmasının, Aziz’le Ulaş’ın sarılmasına aktarıldığı, güncellenip başka bir tarzda yeniden üretildiği, hepimize iletildiği gibi..

Devrimcilik çizgi çizgidir.. Hayat ırmağı o çizgileri adeta matematik bir kesinlikle o anın günün tarihselliğinin özgünlükleriyle devrimin arifesinde bir ortak deltada bir araya toplar.. Yaşamın çoğulluğunu yansıtır bu çizgiler. Biz, Komiteciler, işçi sınıfı ve ezilen, emekçi halkların kurtuluşunu, politik-toplumsal devrimini yaratacak olan kitlesel sol bir devrimci çizgide görüyoruz kendimizi. Geleceğimizi ise bu çizginin yeniden toplumsal siyasal yönleriyle üretilmesinde. Varlığımızı-yokluğumuzu bu çizginin üretilmesindeki ilkesel tutumlara adıyoruz. Bu üretim içindeki bedelleri kendi çizgimiz olarak görüyoruz. Devrimcilerin bu açıdan ki öncülüğünü sınıf mücadelesinin tarihsel ve güncel görevleri içindeki adanma pratikleri olarak görüyoruz. Devletle bu alandaki kapışmalarda devrimcilerin öncü müdahaleleri olmadan bu alanda gelişen siyasal toplumsal mücadeleler içinde militan atılımlar olmazsa karşı devrimin engelleri yıkılamaz, eşikler geçilemez.

Sanılan ve çoğu geveze konaklarda dillendirilenlerin aksine devrimci hareketin hangi kolu olursa ölüme yürüyen çizgilerin hiçbirisi nihilizmden, çıkışsızlıktan ya da umutsuzluktan türemedi. Solun nizam siyasetlerinin tabanlarını yönetmek, kaybetmemek için orta sınıfların mülk, kariyer, statü kaybı olasılığından nesnel olarak türeyen “sınıfsal” endişeyi okşayarak, her geçilen krizli gündemin siyasal analizinde başvurduğu yöntem ise devletin, egemenlerin ne kadar “güçlü”, muhalefetin, halkın örgütsüz, güçsüz olduğunu incelikli retoriklerle işleyerek egemenlerin solunun stepnesi bir konumunu yeniden üretmeyi başarıyor şimdilik. Devrim cephesinin çocukları ise yayınlarında “yarın devrim olacakmış fikrini/ duygusunu yani Devrimin Güncelliğini her daim işlemeye devam ediyor. Bunu sadece işlemekle kalmayıp eylemlerinde her dönem güçleri yettiğince işçi sınıfına, emekçi ve ezilen halklara çarenin bitmediğini, teslim olmamak gerektiğini gösteren öncü adımları, öncü cesaret pratiklerini ortaya koyuyorlar. Korkunun en çok egemen olduğu dönemlerde de devrimin en soylu, saygın, fedai pratiklerini sergilemeye devam ediyorlar. Devletin kendini en güçlü yıkılmaz gösterdiği, toplumda da bu kanının yaygınlaştığı tüm kasvetli anlarda gözü kara çocuklar “Vardık, Varız, Var olacağız”, “Kurtuluşa Kadar Savaşacağız” tavrıyla görünür oldular. Maraş, Sivas, Gazi, Cizre, Lice, Sur, Roboski ve Gezi’nin çocukları, 15-16 Haziranların, 77 yılının 1 Mayıs katliamının çocukları her defasında yaralarını sarıp cesaretle alanlara çıkıp “buradayız” demişlerse bunun kaynağı gözünü devrimin, komünizmin güncelliğiyle kuşanmış inancın ve kararlılığın kandan bedelleriyle kesintisiz üretilmiş olmasındadır. Bu kaynak, özgürlüğün yükseleceği, bugünün geçmişe hükmedeceği kaynaktır. Tüm insanlığın ve doğanın ortak ateşi, ortak kaynağıdır.

İklim Ada Alçay