Hayır Yetmez – Hayalet Komite

Osmanlı Türk anayasacılık geleneğinden köklü bir kopuş anlamına gelen bir anayasa değişikliği neden birdenbire ve yangından mal kaçırırcasına meclisten geçirildi? Başkanlık meselesi ilk gündeme geldiğinde bunun basitçe reisin kendine dair kaygılarıyla ilintili olduğu düşünülüyordu. Lakin giderek ortada daha derin bir “milli” sorun olduğu açığa çıkıyor. Reis sadece kendini sağlama almaya çalışmıyor, aynı zamanda 15 Temmuz sonrası meşruiyeti sorgulanır hale gelen Türkiye Cumhuriyeti kamu idaresi mekanizmasının (ki sert çekirdeği kontrgerilla örgütlenmesidir) kurtuluşu için de bir reçete öneriyor. Önerdiği bu reçetenin Osmanlı Türk anayasacılık geleneğinden bu kadar kopuk olması hem kendi durumunun sıkışmışlığını hem de Türkiye’deki devlet iktidarının yaşadığı krizin derinliğini gösteriyor. Reis bu ikisini birbirine bağlamak istiyor, yani kendi kaderini ülkenin kaderine bağlamak ve böylece “yeni Türkiye”nin kurucu “diktatörü” olmak. Bunu yapabiliyor çünkü kendisinden başka halk desteğine sahip bir siyasi figür, politik kişiliği üzerinde temsil ettiği kamu idaresi gücüne “demokratik” (özünde plebisiter) meşruiyet katabilecek bir siyasi lider etrafta yok.

Her şeyden önce bir açıklama yapalım. Osmanlı Türk anayasacılık geleneği dediğimiz şeyin yüz elli yıldır başka şekilde değil de bu şekilde gelişmiş olmasının tabii ki bu ülkenin sermaye birikim rejimi ve küresel emperyalizmle ilişkilenme biçimiyle yakın ilgisi var. Bu konuyu burada detaylandırmak anlamsız ama ne bu ilişkilerde ne de sermaye birikim rejiminde köklü bir değişim yokken gündeme gelen bu kopuş açıklanmaya muhtaçtır. Türkiye’de hangi büyük sosyo-ekonomik değişim böylesine köklü bir dönüşümü gerektirmektedir! Üstelik bu dönüşüm otoriterlik sınırında bazı kritik eşiklerin de aşılmasını içermekte bu anlamda basitçe neoliberalizmin küresel krizinin bütün dünyada az çok ortaya çıkarttığı yürütmenin yasama karşısında güçlendirilmesi eğiliminin çok ötesine gitmektedir.

Hal Draper sayesinde kapitalist devletin sermaye sınıfı tarafından değil sermaye sınıfı adına yönetildiğini biliyoruz. Siyasetin bu özerkliğinin toplumsal formdan kaynaklı sınırlarının nerede olduğu farklı tarihsel politik konjonktürlerde değişebiliyor. Bununla birlikte, Engels Bismarck’ın Alman sermaye sınıfına hükmetme gücüne dair yorumunda Marx’a “burjuvazinin kendisini doğrudan doğruya yönetme yeteneğine sahip olmadığını” ifade ediyor ve pek çok örnekte “Bonapartist bir yarı diktatörlüğün” normal siyasal biçim haline geldiğini ifade ediyordu. Gene Draper’ın uyarısı doğrultusunda Marx’ın ve Engels’in not defterlerinde ya da mektuplarında geçen ifadelerden genel kuramlar yaratmamak gerektiğini de biliyoruz. Fakat bu çıkarımlar Marksist siyasal analizin kamu idaresi biçimine, bunlara yön veren aktörlerin tutumlarına ve bunların tarihsel gelişimlerine odaklanmadan yapılamayacağını da gösteriyor.

Bir kapitalist devleti sermaye sınıfı adına hangi kesimlerin, hangi kurallarla ve hangi meşruiyet kaynaklarına dayanarak yönettiğinin tespiti tam da bu bağlamda temel önem arz ediyor. Ferda Koç geçenlerde bir yazısında kontrgerilla yapılanmasının Türkiye’deki siyasal rejim açısından merkezi rolünü vurguladıktan sonra şöyle devam etmişti:

“Türkiye’de (…) Kontrgerillanın ‘iç birliğini’ sağlayan, emperyalist merkezdir. Emperyalist merkezin Ortadoğu politikası Suriye direnişi ile batağa saplandı. (…) ‘Neoliberal İslam’ kontrgerillasının yamalı bohçası dağıldı ve çok merkezli hale geldi. Şu anda kontrgerillanın kurumsal-kadrosal altyapısını oluşturan, onlarca cihatçı, şeriatçı, ırkçı grup, bürokrasi hizipleri, çıkar şebekeleri Türkiye kontrgerillasını ulusal ve uluslararası manipülasyonlara açık bir ‘avlanma alanı’ durumuna getirdi.”

Emperyalist merkezdeki sarsıntının Ortadoğu sorunlarının ötesinde de nedenleri olduğu aşikâr ama kontrgerilla içerisindeki operasyonlar ve bu operasyonlara koşut yarılmalar, Balyoz gibi kumpaslarla başladı ve AKP iktidarının Suriye’deki tercihleriyle birlikte giderek derinleşti. 15 Temmuz darbe girişimi ve ardından gelen tasfiyelerle birlikte bütün kritik eşikler aşıldı ve Ferda Koç’un da betimlediği gibi kontrgerilla aygıtı farklı fraksiyonlarıyla bir bütün olarak kestirilemez ve kontrol edilemez hale geldi.

Bu kurumsal çürümenin ötesinde ideolojik planda da Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafında kurulduğu kişi kültünün gerek liberaller, gerek İslamcılar, gerek Kürt özgürlük hareketi, gerekse de geçen zaman tarafından yıpratıldığı unutulmamalıdır. Öldüğü ancak dayandığı asa ağaç kurtları tarafından kemirilip kırılınca anlaşılan Süleyman Peygamber gibi emperyalist merkezle ilişkiler kurumsal yapıya içkin hale geldikçe anlamsızlaşan kurucu ideolojik çerçeve de bu dağılmanın önüne geçebilecek herhangi bir panzehir sağlayamamaktadır. Bildiğimiz kurumsal mimarisi ve belki de siyasi coğrafyasıyla Türkiye Cumhuriyeti var olmayacaktır ve bunun farkında olan seçkinler yeni Türkiye için projelerini ortaya sermekteler. İlk sunuşu halk desteği avantajıyla reis yapıyor. Önerisi tüm kamu idaresi mekanizmasının kendisine bağlanmasına ve halkın tüm unsurlarının (yüzde on barajı istisnasıyla) temsil edildiği yasama organıyla tüm bağlarının kesilmesine dayalıdır. Bu Bonapartist çözümdür; gerçekçiliği, uygulama imkânı, ülkenin adına yönetildiği hâkim sınıfın desteğini ne kadar alabileceği diğer kontrgerilla unsurlarının buna ne kadar ikna olabileceği konusu bu yazının sınırlarını aşmaktadır.

Başka çözüm önerileri de vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal krizinin bu seviyede olmadığı dönemde gündeme gelen AB çapası önerisi bugün sadece çok çekingen bir biçimde dillendirilebilse de hala masadadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Batıcı temel yöneliminden vazgeçmeye dayalı Avrasyacılık önerisi halk arasında desteği ölçülemese de son dönemde kuvvetli bir biçimde dile getirilmektedir. Bu ikisinin özgün bir sentezi (Avrasyacıdan ziyade Ulusalcı) anlaşıldığı kadarıyla “Hayır” kampanyasını sağdan yapacak CHP’nin tarafından hiç değilse ima edilmektedir. Kürt Özgürlük Hareketi sınırın güneyinde de demokratik konfederalizm önerisi doğrultusunda mücadele etmektedir. Dolayısıyla Sarayın önerisine hayır diyen merkezlerin kendilerine ait bir projeleri vardır, biri hariç.

Sosyalistlerin Türkiye’ye dair önerisinin ne olduğu henüz belli değil. Ne istemediklerini biliyoruz o kadar, karşı oldukları şeyin tarifinde bile anlaşamıyorlar dahası bu yönde bir çabaları da yok. Tam da bu yüzden, yani kendilerine ait bir Türkiye idealleri olmadan ifade ettikleri “Hayır” kazansa bile sosyalistler ideolojik ve politik bir mevzi kazanmış olmayacak. Kimi kesimlerde şöyle boş bir beklenti de olduğu gözüküyor. Fırtına geçsin tekrar piyasaya çıkarız, o güne dek elimizdekilerin OHAL hukuksuzluğuna kurban gitmesine engel olacak şekilde ama itibarımızı da çizdirmeden ölü taklidi yapalım. Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden tanımlama kavgasında kenarda kalıp, yeni kurulacak yapıda herhangi bir etkinliğe sahip olabileceğini düşünmek boş hayaldir. Bu taktik fırtına boyunca oda yöneticisi ya da gazete yazarı kalmayı becerdiğiniz için sizi en iyi ihtimalle CHP milletvekili yapar, daha da ötesi olmaz. Sosyalistler halkın karşısına çıkıp reise dair konuştukları kadar ülkeye dair fikirlerini de ortak bir çerçeve dahilinde söyleyemediği ölçüde solda sıfır kalmaya mahkûmdur.

Elbette biz devrimciler sosyalist cumhuriyet için mücadele ediyoruz. Bu hedef tarihsel olduğu kadar kural olarak günceldir de. İçinde olduğumuz tarihsel durumun –krizler bileşkesi- böylesi bir hedefin güncel olanaklarını giderek daha da artırdığını bile söyleyebiliriz. Sosyalist cumhuriyete giden yolda sosyal ve demokratik içeriğe sahip bir Türkiye tasavvuru mücadele tarihimizin birikiminde var. Ülkedeki toplumsal muhalefet dinamiklerinin ortak bir program etrafında bir araya getirilmesi gibi acil bir görevimiz var. Biz AKP ve Saray’ın piyasacı, otoriter, tek adamcı, mezhepçi düzen vaadi karşısına geçiş taleplerine dayalı bir Demokratik Türkiye programı ile çıkmalıyız. Sadece vicdanlara hitap etmekle yetinen bir söylemden vazgeçip yeniden sosyalist söylemi politik önerilerle teçhiz etmeliyiz.

Meclis anlayışını TBMM savunusuna, demokratik yargı savunumuzu eski HSYK, Yargıtay (Ali Suat Ertosungiller) savunusuna indirgemeden, siyasal-toplumsal alanın tümümün yerel meclis (şura) inisiyatifleriyle yürütülebileceği bir ülke pekâlâ mümkündür. Parlamentoculuğu göklere çıkarmadan demokratik bir seçim sistemi ve en geniş temsiliyeti garanti altına alan barajsız bir parlamentoyu savunuyoruz. İl genel meclisleri benzeri, halk temsiliyetini ve yürütmeyi merkezde toplayan değil yerellere yayan bir anlayışı savunuyoruz. Çok dilli, çok inançlı bir ülkede demokratik, laik ve kamucu bir devlet sistemiyle yaşamak istiyoruz. Kontrgerillanın dağıtılmasını bunların unsurlarının emniyet, yargı, ordu ve diyanet başta olmak üzere tüm kamu idaresinden tasfiyesi ve ister eski T.C. kliğinden, ister FETÖ’cü, isterse reisçi olsun bunların hepsinin adil bir biçimde yargılanması elzemdir. Halk kesimleri için sınırsız örgütlenme özgürlüğü, devletin derneklerin, sendikaların, partilerin tüzüklerinin nasıl olması gerektiğini detaylı bir biçimde yasayla belirlemediği bir düzen istiyoruz. Basın özgürlüğünün sadece devlete karşı değil sermaye güçlerine karşı da kamu otoritesi tarafından yasa yoluyla korunduğu gazetecilerin hapiste çürümediği bir ülke istiyoruz. Liyakate dayalı bir kamu idaresi devlet personelinin iktidar partisinden olmasının normal sayılmadığı bir ülke mümkündür. Kamu maliyesinin esas olarak dolaylı vergilerle finansından vazgeçilmelidir. Mezhepçilikle, şovenizmle her düzeyde mücadele edilmeli, eşit vatandaşlık kültürü kamu idaresi eliyle yaygınlaştırılmalı, Anadolu sağının milleti hâkime (dolayısıyla milleti mahkûme) icat etme arayışı yerle yeksan edilmelidir.

Görünen odur ki her birimiz şimdilik yüzleşmekten kaçındığımız politik güçsüzlüklerimizin doğal bir sonucu olarak birleşik olmayan farklı hayır kampanyaları yürüteceğiz, başka türlüsünü hep arzu etsek de vurgulasak da esas olarak CHP ve HDP tabanına sesleneceğiz. Bu “gerçekliği” veri alarak önereceğimiz şey farklı farklı kampanyalar yürütseler de sosyalistlerin dönemi ve durumu kavrayan, geleceğe yön gösteren “Nasıl Bir Rejim? Nasıl Bir Türkiye” sorularına en özet en ortak yanıtı mümkün olan en geniş zeminde tartışıp imzaladıkları bir kısa BİLDİRGE’yi referandum öncesi halkımızla paylaşmalarıdır. Basitçe AKP ve Saray’ın Yenikapı Ruhu’yla paketleyerek getirdiği öneriye HAYIR demek yetmez. Sosyalistlerin, devrimcilerin görevi yol göstermek, yol açmak, yol kurmaktır. İtiraz etmek sadece bir kalkış noktasıdır varılacak yeri göstermeden mücadele bütünlüğü ve birliği oluşturmak kural olarak imkânsızdır. Hele ki kaosla halkı sindirip terbiye etmek sarayın temel seçim stratejisiyken. Reis sahaya indikten sonra yürüteceği korku kampanyasına karşı durmak için “kontrgerilla devleti yıkılsa da, saray çökse de bunun altında kalanın halkımız olmayacağının garantisi biziz” özgüveniyle davranmalıyız. Vicdanlara hitap etmekle ya da batılı liberal demokrasi geleneğinin kurumlarını övmekle yetinen Hayır stratejisi aslında Evet çalışması yapmaktır. Referandum sonucu ne olursa olsun devrimciler sosyalistler buradalar ve tahayyüllerindeki Dünya ve Türkiye için mücadeleyi sürdürecekler taahhütü başka türlü verilebilir değildir.