Başkanlığın İnşası – Ahmet Bekmen

Godfather III’ün bir yerinde Don Michael Corleone (Al Pacino), filmin sonunda varisi ilan edeceği Vincent Mancini’ye (Andy Garcia) şöyle nasihat eder: “Düşmanından nefret etme, muhakemeni etkiler.” Türkiye’nin mevcut durumunda siyasal iktidarın işleyiş biçimine baktığımızda kendimize hâkim olup bu nasihate uymak epey zor olsa da yine de Don Corleone’yi dikkate almalıyız. Yeri gelmişken: Nerede Don Corleone nerede bizim yerli mafya. “Kanda duş almak”la ilgili düşünceleri sorulsa Don Corleone küçümseyici bir edayla güler geçerdi herhalde. Ama şu derin ilişkiselliği unutmayalım: Her mafya layık olduğu biçimde yönetilir (“sevk ve idare edilir” de denebilir).

Neyse…

Aslında Cumhurbaşkanı ne yaptığını ve yapacağını 10 Ağustos 2014’te açıkça ilan etti: “Artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var. Cumhurbaşkanı elbette yetkiler çerçevesinde, ama doğrudan millete karşı sorumlu olarak görevini yürütmek durumundadır, ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir.”

Cumhurbaşkanı’nın bu iradeyi ortaya koymasıyla yeni bir inşa süreci başladı. Tek adamlığın inşası bu beyandan önce de sürmekteydi elbet. Ama bu noktadan itibaren değişen Erdoğan’ın kendisini giderek partiler-üstü bir figür, bir başkan olarak inşa etmesidir. Bu inşanın iki temel düzeyi var. İlki, Erdoğan’ın mevcut dünya konjonktüründe kendisini egemenler arası bir denge pozisyonu olarak konumlandırmasıyla ilgili. Erdoğan, sermaye içi gerilimlerin ve başta ordu olmak üzere devlet içi gerilimlerin –şimdilik- dengeye kavuşturulduğu denge pozisyonunu ifade ediyor. Kürt sorunu ve Ortadoğu’ya yönelik uygulamaya sokulan politikalar bu dengenin oluşturulmasına yönelik iki temel hat. Birbirlerinin takipçisi ve tamamlayıcısı olan bu iki politik hat, sermaye ve devlet içi güçleri –şimdilik- Erdoğan’ın arkasına, pasif veya aktif olarak dizmiş durumda. Bunun çok sağlam bir diziliş olmadığını düşünebiliriz. Dağılıp dağılmayacağı bu iki hat üzerinden “kazanımların” olup olmayacağına bağlı olacaktır. Saray’dan yükselen “şiddet ve celâl” bu diziliş içerisindeki pozisyonunu tahkim etmeye yöneliktir. Bu anlamda başkanlık basit bir tek adamlık rejimine geçişi değil; aslında her siyasal rejim değişikliğinde olduğu gibi, egemenler arasındaki yeni bir dizilimi ifade ediyor.

İkincisi, politik zeminini kendi politik mahallesinin ötesine taşıyabilmekle ilgili. Bunu çeşitli “olayları” işleyerek elde ediyor. Şimdiye kadar iki olaydan bahsetmek mümkün. Rus uçağının düşürülmesi ve akademisyenlerin barış bildirgesi. Her ikisinde de Erdoğan kendi politik sınırlarının ötesinde bir rıza cephesini arkasına dizmeyi başardı. AKP’nin ötesinde MHP kitlesine yönelik olarak zaten bir fiili hâkimiyet kurmuş durumdaydı. Öyle görünüyor ki Rus uçağı ve barış bildirgesi olaylarıyla CHP kitlesinin de önemli bir bölümüne ulaşmaya başladı. Bunun illa –örneğin- CHP’lilerin aktif rızası ile olması gerekmiyor (ki böylesi bir kesimin olduğunu da söyleyebiliriz). “Tamam ama Ruslar da…” veya “tamam ama bu akademisyenler de…” diyerek başlayan cümleler fiilli başkanlığın zemininin bir parçasını oluşturuyor artık. Bahsi geçen bu iki olayda elde etmeye giriştiği ve önemli ölçüde başardığı şey, partiler-üstü bir başkan figürü olarak kendisini inşa etmek ve kendi doğal mahallesinin ötesine uzanan kitleleri kendi sözüne eklemlemek. Bu eklemlenen insanların “karar anı” geldiğinde hepsinin gidip Erdoğan’a oy atmasına gerek yok. Ama siyasal söz olarak –örneğin- eğer CHP’li ise ve barış bildirgesi olayında CHP’nin ifade özgürlüğü merkezli yarım-yamalak karşı çıkışını değil de, Erdoğan’ın sözlerini referans alıyorsa amaç hâsıl olmuş olacaktır. “Başkan” böyle olunur.

Bu ikinci düzeyin inşasındaki kritik uğrak, ülkenin batısında Gezi’den itibaren beliren farklı ve güçlü bir toplumsal muhalefet dalgasının ülkenin doğusundaki Kürt muhalefeti ile irtibatlanmasını imkânsız hale getirmekti. HDP tam da bunu ifade ettiği için hedef alındı ve farklı bir siyasal kulvarın açılmasının önüne geçildi. Ardından doğuda başlatılan savaş üzerinden ülkenin batısındaki olası muhalefet odakları da bastırılıyor ve etkisiz hale getiriliyor.

Batıda son derece cılız hale gelen siyasal muhalefet açısından ne gibi bir alan kalıyor? Başkanlık siyasetinin alanını daraltmaya çabalamalıyız. “Tamam ama bu Ruslar da…”, “tamam ama bu akademisyenler de…” cümlelerinin, “tamam ama bu Erdoğan da…”dan “hayır hayır yeter artık…”a kadar uzanan bir aralıkta salınmasını sağlamalıyız. Erdoğan’ın siyasal ve ideolojik hamleleri ile “karanlık tarafa” çekilen veya tarafsızlaştırılan kesimlerin siyasal ve ideolojik dimağlarına etki edebilmeliyiz. Acil görevimiz budur.

Barış, demokrasi, haysiyet. Bunlar arasındaki geçişkenlikleri kurabilmek. Bunu başardığımızda, hem siyasal hem toplumsal muhalefeti inşa edebilmek için bu üçlü bize programatik bir zemin sağlıyor.